Angelo Badalamenti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Angelo Badalamenti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Mayıs 2011 Pazar

The Killing: Yeni Nesil Twin Peaks


Game Of Thrones yazısında kablolu kanalların ataklarından bahsetmiştim. AMC'nin yeni projesi The Killing de bunlardan biri. Forbrydelsen adlı bir Danimarka dizisinin yeniden çevirimi olan The Killing şu sıralar ilk sezonunu yarılamış durumda. "Who Killed Rosie Larsen" tagline'ıyla tek bir cinayet üstüne yoğunlaşan dizi, içerdiği bir çok öğe ile (en başta o meşhur "Who killed Laura Palmer?" tagline'ı) 90ların kült dizisi ve yeni nesil drama televizyonculuğunun atası Twin Peaks'in kopyası gibi duruyor.

Twin Peaks, 90ların başında kısa süren yolculuğuna rağmen etkisini şu anda bile televizyonlarda görebileceğiniz bir yapım. En basidinden bundan 20 yıl önce David Lynch ve Mark Frost ikilisi bu diziyi yapmasalar ekranlarınızdan ne The X-Files geçmiş olurdu ne de Lost. Televizyonda drama yapmanın kurallarını tamamen değiştiren ve işin içine artık her dizinin vazgeçilmez unsuru olan "merak ve gizem" öğelerini katan Peaks'in etkisinin en çok görüldüğü dizi ise The Killing. İki dizide de bir lise öğrencisi vahşi şekilde öldürülüyor ve olayı araştıran polisler her ipucuyla çok daha büyük sırlar keşfedip, ne kurbanın ne de çevresindekilerin aslında göründükleri gibi olmadıklarını keşfediyorlardı. Twin Peaks bu olayın cılkını çıkararak 50.000 nufuslu kasabada zan altında kalmayan, kirli çamaşırı olmayan bir karakter bile bırakmamıştı. The Killing de aynı yola başvuruyor gibi. Böylesine masum gözüken bir kurbanın ölümünde herkes suçlu olabilir çünkü! Kurbanın kendisi bile! Twin Peaks'in normal seyirciyi ekran başına kilitlemesinin nedeni bu gizemiken, onu 20 yıl sonra bile üstüne festivaller düzenlenecek kadar kült seviyesine çıkaran şey ise tamamen başka şeylerdi. Kasabada yaşanan olaylar, etrafındaki coğrafyanın içine sinmiş, Peaks'in sınırındaki ormanlardan yükselen sesler, ışıklar, sessizlikler müthiş bir atmosfer yaratarak, bugün bile hala televizyonda çok fazla görmeye alışık olmadığımız bir evren yaratmıştı. Dizide 90ların yüzü Laura Palmer'ı kimin öldürdüğü giderek önem kaybetmeye başlamış, aklı başındaki seyirciler David Lynch'in hastalıklı kafasından çıkan fikirlerle televizyonun nasıl bir değişime uğradığını seyreder olmuştu.

Kuzeye aitmiş gibi gözüken bu atmosfer, Amerikan televizyonlarına ilk defa uğruyordu çünkü. Günümüzde artık eleştirmenler bu tarz dizilere "Nordic-Noir" ismini bile takmış durumdalar. Ve ciddi olarak kuzey bu konuda imkanını çok iyi kullanıyor. Hal böyle olunca Forbrydelsen'in Twin Peaks'le aynı etkileri taşıyor olması şaşırtıcı bir şey değil elbette. Üstelik zamanında TP'nin Danimarka'da çok ünlü olduğunu, hatta Lars Von Trier'in bu diziden etkilenerek kendi ülkesinde Riget adlı bir yapıma imza attığını da unutmamak gerek. The Killing de bir uyarlama olmasına rağmen aslında o havayı yakalaması açısından gerçekten başarılı. Seattle'da geçen dizinin çekimleri aslında Vancouver, Kanada'da yapılıyor. Kanada'nın o soğuk ve karanlık iklimi dizinin en büyük şanslarından biri. Her daim yağmur, her daim kara bulutlar. The Killing'in müzikleri ve ses kurgusu da aynı tatta. Angelo Badalamenti'nin Twin Peaks'e yaptığı tekinsiz müzikler ve arka planda devamlı duyulan sis düdükleri burada da oldukça çok karşımıza çıkıyor. Hoş The Killing'in aksine Twin Peaks'de her bölümün sonunda seyirciyi gaza getirmek için verilen vurucu davul ritimleri yoktu.. Dizinin başrolündeki isimler de klasik Amerikan tiplerinden çok uzak. Texas doğumlu Mireille Enos kızıl saçları ve beyaz teniyle aslında tipik bir kuzeyli tipi taşıyor. Yanındaki salaş görünümlü Joel Kinnaman da öyle. Üstelik bu oyuncular sırf dış görünüşleriyle değil, oyunculuk kabiliyetleriyle de Amerikan dizilerinde görmeye alışık olduğumuz klasik polis kalıplarını yıkayacak düzeydeler. Sanırım dizinin The Wire'a benzetilen noktalarından biri bu. Polis karakterler kesinlikle karikatür değil ve bu diziye daha ciddi bir hava atıyor. Kurbanın annesi rolündeki Michelle Forbes ise kariyerinin en iyi rolünü oynuyor olabilir. Sessiz sakin acılı anne Mitch de kuzeyin soğukluğundan nasibini almış gibi duran bir karakter ve Forbes'un donuk surat ifadeleri bu role cuk oturuyor.

Ama The Killing'in en önemli özelliği izleyici elinde tutacağı gizem ve olay öyküse odaklandığı kadar yönetmenlik, atmosfer, kısacası bir diziyi dizi yapan etkenlere de aynı titizlikle yaklaşması. Dediğim gibi bu tarz dizileri her bölümde ayrı bir dava çözen CSI benzeri polisiyelerden ayırabilecek şey atmosfer ve dizinin anlatım tarzı. Olayı bir bölüme değil sezonun tamamına yayarak akıllılık ediyor. Bu yönden hem Twin Peaks hem de yine 90ların ortasında yayınlanmış pek bilinmeyen Murder One dizisine benziyor. Üstelik bir network dizisine kıyasla oldukça yavaş akıyor. Elindeki malzemeyi bir kere de harcamıyor. Ve de bazen izlemesi gerçekten acı veriyor.

The Killing'in belki tek sorunu şu anda pek de işe yaramayan gibi gözüken politik hikayeleri. Dizinin yavaş olan temposunu iyice sekteye uğrattığı gibi, o konuda yaptıkları hiç bir şey insanı şaşırtmıyor. Üstelik bu olayı bağlayabilecekleri tek yer var gibi gözüküyor şimdilik ve o daha da iç bayıcı. Lütfen zengin ve güçlünün ağına düşmüş, masum gibi gözüken ama aslında içinde ne fırtınalar kopan bir genç kız olayına bağlanmasın Rosie Larsen'in hikayesi. Çünkü biz 20 yıl önce de olsa o hikayenin alasını gördük.

26 Nisan 2011 Salı

Twin Peaks, David Lynch, Angelo Badalamenti ve kendi kendime yarattığım o mutluluk anları....


DavidLynch.com bir süredir Lynch alemine ait daha önce hiç bir yerde yayınlanmamış müzikleri satar oldu. Bunlardan en heyecanlandıranı Angelo Badalamenti denilen dünya dışı varlığın bestelediği Twin Peaks melodileri tabiki de. Daha önce yazmıştım tekrarlamalıyım çünkü şu anda öyle bir ruh hali içindeyim. Twin Peaks benim bu dünyada en zevk alarak izlediğim, yaşadığım, düşündüğüm, hayal ettiğim şeylerden biridir. Diziyi hiç bitirmedim, son 5 bölümü asla izlemedim ve uzun bir süre de izlemeyi düşünmüyorum. Çünkü 90ların başında sona ermiş bu hikayeyi ben hayatımdan çıkarmaya, sonlandırmaya hiç hazır değilim. Yıllar geçmesine rağmen ve ben diziye bu kadar bağlanmışken elimde hala hiç izlemediğim, görmediğim Twin Peaks materyalleri olması bana sapıkça bir haz veriyor çünkü. Çok farklı bir his bu. Diziyi sevmem için bitmesi gerekmiyor, 90 dakikalık pilotunun her karesi ona aşık olmama yetiyor çünkü.

Badalamenti bu hafta diziden en sevdiğim müzik olan Love Theme From Twin Peaks'in 2 farklı versiyonunu yayınlamış. Daha böyle bir şeyin varlığını öğrendiğim andan itibaren değişti modum. Bu melodiler müzik tarihinin gelmiş geçmiş en karanlık ama bir yandan da müthiş naif, kırılgan olan melodilerinden biri çünkü. Beni asla tarif edemeyeceğim, tarif etmeye çalışmayacağım duygulara boğuyor. Bir "love theme"in bu kadar karanlık, üzgün, gecenin karanlığında Twin Peaks ormanlarında dolaşan kayıp masum ruhların çığlıklarını yansıtmasının hiç alışagelmiş bir şey olmamasından mı yoksa basitçe "iyi bir müzik" olmasından dolayı mı bilmiyorum. Ama bu müzik, beni o kadar sarıyor ki her dinlediğimde. Tamamen modumu değiştirip, ruhumu ele geçiriyor. Aklıma, beynime, kalbime, duygularıma işliyor. Beni tamamen koparıyor bu alemlerden. Ve genellikle üzüyor, depresyona sokuyor. Ama bu öyle bir ruh hali ki, o depresyon, karamsarlık bile içimde başka hiç bir şeyde yakalayamadığım bir mutluluğa dönüşüyor. Bu yüzden bu gibi anları yaşadığım ve onların bilincinde olduğum için daha da anlam kazanıyor her seferinde. Şu anda da öyle bir ruh halindeyim. Daha ilk notadan tekilamı koyup, sigaramı yakıp 4 dakika boyunca bambaşka alemlere daldım. Twin Peaks ve Badalamenti'nin müziklerinin bana yaptığı şeylere bayılıyor, hayran kalıyorum. Derdim, düşüncem ne olursa olsun sanki her şey o müziğin süresi boyunca duruyor ve ben hayattan, kendimden, her şeyden bir mola alıyorum.

Badalamenti her vuruşunda bana başka kimsenin farkına varamadığından emin olduğum şeyleri yaşatıyor, hissettiriyor. Ve ben her seferinde bu farkındalık yüzünden kendimle gurur duyuyorum. Kendi kendime yarattığım bu mutluluk, hüzün anları her seferinde kendimi sevmemi sağlıyor. Badalamenti ve Lynch bir gün -burada değilse başka bir yerde- sizi bulup, bana yaşattığınız her şey için size teşekkür edeceğim. Ciddiyim, beni her seferinde bir adım ileri taşıyorsunuz.

26 Ekim 2010 Salı

Twin Peaks: Plastik kefenler


Başlıktan iyi blog ismi olurmuş aslında :) Yıl ikibinbilmemkaç, digitürk bi kanal açmış Retromax diye, daha ben portakalda vitaminken yayınlanmış dizileri oynatıyor, Dallas filan. Manevi abim diyor ki, "bak o kanalda Twin Peaks diye bir dizi yayınlanacak, bi şans ver, çok beğeneceksin". Normalde kimsenin tavsiyesini sallamam ama adamdan gözüm korkuyor izlemezsem laf eder filan diye, bakıyorum ilk bölümüne, sonra 2-3 bölüm daha izliyorum ama nedenini bilmediğim bir şekilde bırakıyorum diziyi. Aynı sene doğumgünümde ne alakaysa başka bir seçenek yokmuş gibi bi kaç arkadaşa diyorum ki "para toplayın da bana Twin Peaks 1. sezon setini" alın. Evet her doğumgününde ne istediğini fiyatından alınabilecek yerlere kadar belirten bir insanımdır.

Zaman geçiyor ben bu Twin Peaks denilen halta sarıyorum dvd'den, zaten ilk sezon 8 bölüm. İlk sezon bitiyor, ben de ekran karşısında bitiyorum. Zira bak üstünden kaç sene geçmiş, olmuşuz 2010 ben hala Twin Peaks'in ilk sezon finalinin Tv dünyasında yapılan en manyak sezon finali olduğunu düşünüyorum. İşin manyaklığı dizinin 2.sezon dvdleri çıkmadığı için izlenebilecek tek kaynak da Digitürk. Evimizin eğlence kaynağı Digitürk'de 1.sezondan sonra Retromax kanalını kapatmıyor mu!! Neyse 2-3 ay ben böyle bölüm özetleri okuya okuya filan resimsiz roman tadında bitiriyorum diziyi, sonra Digitürk akıllanıyor tekrar veriyor diziyi filan. Ondan sonra başlıyor ben de bir Twin Peaks sevdası. David Lynch denilen adam gözümde ilah filan oluyor. Soundtrack'i hayatımın arka planında devamlı devir daim modunda zaten. Öyle ki annem bir gece hiç unutamayacağım birşey söylüyor bana. Ben yine girmişim Twin Peaks moduna, soundtrack bangır bangır. Annem "noldu?  bişi olmuş, sen Twin Peaks dinleyince hep bişi olmuş demektir" diyor. Eneaam diyorum büyüdüm de annem tarafından tanımlanmaya başladım :P