28 Şubat 2011 Pazartesi

83. Akademi Ödülleri Arkasından


Önce törenden bahsedelim. Bence gayet hoş ama sonlara doğru temposu düşen bir törendi. Anne Hathaway müthişti ama aynı şeyi "awkward" kelimesinin ete kemiğe bürünmüş hali olan James Franco için söyleyemeyeceğim. Çok abartılan biri bu adam. Suratında saçma bir alaycı gülüş var hep ve bu beni deli ediyor. 127 Hours'da sever gibi olmuştum ama dün akşam itibariyle gerçek Franco'yu tekrar hatırladık. Geçen senenin Baldwin / Martin fiyaskosundan sonra Hathaway ve Franco, töreni gençleştirdi kabul. Ama sanki bir ara (bilhassa girişte ve filmleri autotune'la müzikale çevirdikleri video da) bariz bir MTV Film Ödülleri dağıtılıyor havası yaşandı. Evet hepsi komikti, eğlenceliydi ama Akademi'nin o ağır başlılığına uymuyor hatta bu ağır başlılığı bu tarz yollardan kırmaya çalışmasıyla acınası duruyordu. Bunun dışında sonlara doğru cidden bir tempo sorunu var bu törenin. In Memoriam, Şarkı Adayları, Onur Ödülleri derken baya bir kopuyorsunuz törenden. Onları törenin ortasında izlemek çok daha verimli olur bence. Ve son olarak final. Ben hep en iyi filmi verip apar topar töreni bitirmelerine uyuz olurdum. Bu sene ilk defa bunu yapmadılar. Evet koro biraz klişeydi ama Anne Hathaway'in her nesil sinemayı tekrar keşfediyor lafının üstüne oldukça duygusal gitti. Hele bir de arkadan tüm kazananlar çıkınca...Harbiden bu tarz kapanışlar konusunda eksikleri vardı Oscarların. Bu sefer oldu. Seneye daha da iyi olur. Şimdi kazananlar ve kaybedenlere ve benim ödüller öncesi yaptığım tahminlere bakalım. 

En İyi Film - The King's Speech
Tahminim: The Social Network / The King's Speech (çok eşit şansları var)
Evet alacağı çok barizdi. En İyi Kurgu ve Müzik, The Social Network'e gidince "acaba?" dedik ama yönetmeni Tom Hooper'a verdikleri an bu iş bitmişti aslında. Hak ediyor muydu? Sonuna kadar. The Social Network'u + 0.01 kadar daha çok seviyor olsam da The King's Speech gayet yerinde bir karardı. Ama ne yalan söyleyeyim biraz da "güvenli" bir karardı.  Spielberg "kazanamayan 9 film Citizen Kane, The Grapes Of Wrath... gibi filmlerin yanına katılacak" dedi, haklıydı. The Social Network'ün The King's Speech'den çok daha fazla klasik olma potansiyeli var.

En İyi Yönetmen - Tom Hooper
Tahminim:  Tom Hooper - The King's Speech
Pardon da bu adam dururken David Fincher biraz zor alırdı o ödülü. Çünkü bu sefer "güvenli" olan Fincher'ın kendisiydi. Tom Hooper son yılların en özenli işine imza atmıştı. The Social Network'ü çok sevsem de burada ödülü Fincher'a verseler kıyameti koparırdım. Kesinlikle hak eden aldı.

24 Şubat 2011 Perşembe

Britney Spears - Blackout: Deli Kızın Albümü


Eklektik müzik zevkim var demiştim. Britney Spears'ın 7. albümü Femme Fatale gelmeden önce şarkıcının diskografisini tersten incelemeye devam ediyoruz. Sırada Spears'ın en değeri bilinmeyen ama aslında kariyerinin başyapıtı olan Blackout var. Kişisel sorunlarından henüz kurtulamadığı zamanlardan kalma Blackout, zamanının çok ötesinde bir albüm. İddia ediyorum ki bu albüm düzgün bir promosyon kampanyası ile çıksa ve Spears da aklı yerinde davransaydı şarkıcının en büyük başarısı olabilirdi.

Gevende: Bana Hayallerimi Geri Getiren Grup

 
- Previously On -

Gevende'nin ilk albümleri "Ev" bende çok büyük beğeni yaratmıştı zamanında. Ama yeni albümleri "Sen Balık Değilsin ki" bambaşka bir etki bıraktı. Ben hayatım boyunca İstanbul'da yaşama hayalleri kurmuş, hayattaki tercihlerini buna göre yapmış, o günün gelip çatmasını bekler durmuştum. İstanbul benim için ulaşılması zor gözüken, en kişisel hayallerimi, senaryolarımı süsleyen bir efsaneydi adeta. 4,5 yıl önce Beykent Üniversitesini kazandığımda anlamıştım ki o hayalleri yaşamaya doğru yola çıkıyordum. Evet normal hayatımda da böyle dramatiğimdir. Ama olanlar bitenler o hayallere uymadı filan, ben İstanbul'u bir türlü yaşayamadım...

- Günümüz -

Tek başıma yaptığım yolcukları seviyorum, hele de dinleyecek iyi bir müzik varsa. Bugün çok alakasız bir şekilde tek başıma okula gittim. Dersim yoktu, okulda görüşeceğim biri yoktu, bir formaliteyi halletmem gerekiyordu. Giderken daha çok okuldaki işi düşündüğümden müziğin pek havasına giremedim. Ama dönüşte tek başıma otobüste ve ayaktaydım ve yapabileceğim tek şey kendimi müziğe kaptırmaktı. Gevende de bu noktada devreye girdi. O ana kadar onlarca defa dinlediğim Akvaryum çalıyordu. Bir ara geçmişten bir şeyler hatırlamaya başladım, hatta kendi kendime suratımı ekşitip, silkindim. Kimse gördü mü bunu bilmiyorum. Ama o an...Aslında fark ettim ki son 4,5 yıldır her gün en büyük hayalimi yaşamaktayım. Kolaylıklarıyla, zorluklarıyla, arkadaşlarıyla, düşmanlarıyla, tek ve çift kişilikleriyle son 4,5 yıldır her gün İstanbul'da yaşıyorum. Ve o ana kadar bunun farkında değildim! Kendimi şimdi önemsiz gelen şeylere o kadar kaptırmıştım ki, bir durup nerede nasıl yaşadığımı fark edememiştim. Okulumda başarılıydım, tek başıma yaşıyordum, tüm kontrol bendeydi, seslerini duyduğumda bile yüzüme koca bir gülümseme konduran ama daha da önemlisi içime asla "kaybetme korkusu" aşılamayan dostlarım vardı. Ve İstanbul'daydım. Eskiden gözümü kapatıp İstanbul'u düşündüğüm o tüm şarkılar gitmişti artık. Ve Gevende'nin Akvaryum'u bunu hatırlatırcasına kulaklarımdan içime işliyordu. Depresif tınılarına rağmen umutlu bir şarkı bu. Her şeyin güzel olacağına, her şeyin zaten güzel olduğuna inandıran bir şarkı.

Üstelik eve geldiğimde hiç adedim olmadığı halde tutup Gevende'ye tüm bu hislerimi anlatan bir mail attım ve müthiş de samimi bir geri dönüş aldım...

Bu yüzden eğer siz de hayatınızdaki olan bitenlerden aslında nerede, nasıl şartlarda yaşadığınızı göremeyip, boşluğa düşüyorsanız Gevende'nin Akvaryum'unu bir dinleyin. Şarkıyla beraber, enstrumanlarla beraber nerede olduğunuzun bir farkına varın. Ha yok ben her şeyin farkındayım diyorsanız da Gevende'yi dinleyin. Bunun gibi müzikler var oldukça hiç bir şeyin kötü olamayacağını göreceksiniz. Üstelik salt Akvaryum'dan da bahsetmiyorum. Sen Balık Değilsin Ki albümü en karamsar tınladığı anlarda bile insanın içine öyle pozitif şeyler üflüyor ki, anlatılmaz dinlenir...

Dinle:

21 Şubat 2011 Pazartesi

Britney Spears - Circus: Hesaplı Comeback



Blog'u biraz Spears'a boğalım. Britney Spears şu dünyada hiç bir zaman sevmekten vazgeçmeyeceğim, bu yüzden biraz utandığım ama resmen onunla büyüdüğüm için de sevgimi bir türlü inkar edemediğim tek pop şarkıcısı sanırım. Ve bu son 10 yılın en büyük pop ikonu 7. albümü Femme Fatale'ı piyasaya sunarken diskografisini şöyle bir inceleyelim...Kronolojik olarak tersten mi gitsek?

18 Şubat 2011 Cuma

Britney Spears: Hold It Against Me Video


Spears'ın yeni bombası "Hold It Against Me" sonunda klibine kavuştu. Madonna, Metallica, Lady Gaga, Rammstein gibi isimlerle çalışmış olan Jonas Akerlund'un yönettiği video belki Spears'dan beklenilen dans hareketlerini iyi yansıtamıyor ama alt metinleriyle de klasik bir Spears videosu olmaktan kurtuluyor. Evet ilk defa bir Spears klibi üstüne okuma yapılabilecek düzeyde...

17 Şubat 2011 Perşembe

Broken Bells: O şarkı!


Bazı şarkılar olur daha ilk notasında seversiniz. Broken Bells'in ilk single'ı The High Road benim için böyle bir şarkıydı. 3 dakika 52 saniyelik bu müzikal şöleni uzun bir süre döndürmüş ama grubun kendi isimlerini taşıyan albümlerini bir türlü sağlam kafayla dinleme fırsatı bulamamıştım. Taa ki bu akşama kadar.

Indie aleminin en kendine has, en sakin, duru gruplarından olan The Shins'in solisti ve gitaristi James Mercer ve Brian Burton (a.k.a Danger Mouse)'dan oluşan bu grup, geçtiğimiz yılın saklı hazinelerinden biriymiş. Uzun zamandır (Hurts'den beri sanırım) içime bu kadar işleyen bir albüm olmamıştı, dinledikçe dinleyesim geliyor. Hangi şarkıyı favorim yapsam diye şaşırıyorum, hangisini daha önce çalsam, hangisinde sigara içsem... :) Ama yine de sanırım The High Road dışında en ön plana çıkan şarkı Mongrel Heart oldu benim için. Orta yerinde çok alakasız bir şekilde spaghetti Western'e selam çakmaya başlayan ve tam o anda tüylerimi diken diken eden bir şarkı bu. O borazanlar, trampetler nasıl işliyor şarkının ve dinleyicinin içine. Fazla anlatamayacağım, dinleyin aşağıdaki şarkıyı, ve 2:13te sesi açın, gözlerinizi kapayın. 

10 Şubat 2011 Perşembe

Episodes: Matt LeBlanc as Himself


Cougar Town'ı, Mr. Sunshine'ı yazdık, Episodes'u da yazalım eksik kalmasın. Matt LeBlanc bayadır ekranlardan uzaktı. Friends'ten sonra Joey spinoff'uyla ekranlarda şansını denedi ama pek başarılı olamadı. Çünkü zorlama bir projeydi ve izleyicilerin gözleri hep diğer "arkadaş"ları aradı. Matt LeBlanc tek başına çok yavandı. Olmadı. Ve şimdi LeBlanc kendini oynadığı bir komedi dizisiyle geri döndü.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Mr. Sunshine: Chandler Is Back!


Geçtiğimiz post'da eski "arkadaş" Courteney Cox'un dizisi Cougar Town'ın, bir diğer "arkadaş" Matthew Perry'nin yeni dizisi Mr. Sunshine'a yer açmak için 2 ay ara verdiğini yazmıştım. Mr. Sunshine bu gece Amerika'daki ilk sınavını verecek ama Kanadalı CTV diziyi 2 gün önce yayınlamış bile. Dizi, Perry için bir comeback niteliğinde. Her ne kadar Perry, Friends sonrası Aaron Sorkin imzalı Studio 60'de boy göstermiş olsa da dizi düşük reytinglerin kurbanı olmuş ve ilk sezonunun sonunda iptal edilmişti. Şimdi Perry bir kez daha ekranlarımızda.

3 Şubat 2011 Perşembe

Cougar Town: Yetişmek için 2 ayınız var!


Friends gelmiş geçmiş en iyi sitcom'dur benim gözümde. Hatta bir sitcom'dan çok daha ötedir. Hayatımın çok büyük bir kısmını kaplar, bir diziden çok ötedir. Onunla büyümüş, en kötü anlarımı onlarla unutmuş, arkadaşlarımı dizideki karakterler üstünden bile değerlendirecek kadar etkilemiştir beni. Dizi bittikten sonra kadronun yaptığı işleri takip etmeye çalıştım. Kudrow'un insana acı veren komedisi The Comeback, Matt LeBlanc'ın "puu rezil"lik Joey'si ve şimdilerde beni çok güldüren Episodes'u, Jen Aniston'ın akıllara zarar filmleri, Schwimmer'ın konuk oyunculukları, Perry'nin Studio 60si ve yeni başlayacak olan Mr. Sunshine'ı, hepsi belki tam zamanlı olmasalar da diziden sonra radarıma girip çıkmışlardır. Bir tek Courteney Cox'un Dirt'ine bulaşmamıştım, ki o da ikinci sezon sonunda iptal edildi. Dizide pek sevdiğim ama hiç bir zaman favorim olarak gösteremediğim Monica'yı canlandıran Cox'un "Cougar Town" dizisine başlamadan önce de "ya Friends'ten sonra napabilir ki bu kadın?" diye şüphelerim vardı. Ve merak ettiğim tek şey Cox'un "cougar" rolünün nasıl olabileceği idi. Dizi beklediğimden daha komik çıkmıştı ama Cougar'lık dediğimiz "genç erkek avcısı orta yaşlı kadın" durumu diziye pek oturmuyordu. Yapımcılar da böyle düşünüyor olmalı ki 1.sezonun sonuna gelindiğinde dizinin ismini değiştirmeyi bile düşündüler.

2 Şubat 2011 Çarşamba

The Social Network: Boşuna Kötülemeyin!


Geç kalmış bir yazı aslında bu. The Social Network'ü sinemalarda ilk izlediğim zaman yazmamıştım ama filmin her zaman arkasında durdum. Geçtiğimiz hafta The King's Speech'i izlememle beraber filmin Oscar yarışındaki durumundan ama daha da önemlisi kendi beğenimden şüphe ettim. Tüm bunlara bir açıklık getirmek üzere filmin başına bu akşam bir kez daha oturdum. Ve şunu söylemeliyim ki, boşuna kötülemeyin The Social Network müthiş bir film!

Aaron Sorkin'in 8 sayfa süren ve çekmesi 99 tekrar gerektiren ünlü ayrılma diyalogu ile başlayan film, kimilerini daha bu ilk sahnede kaybediyor. Belki de o kaybolanlar filmi bu yüzden beğenmiyorlar. Hayır bu hızlı diyalogu takip edemeyenlere aptal demiyorum ama günümüzde yaşanan ilişkilerin ve gençliğin durumunu ortaya koyması ve Zuckerberg'in karakterini tanıtması yüzünden "hızlı olması GEREKEN" bu sahneye "çok hızlı konuşuolar ya, hiç bişi anlamadım" demek, filmin ve senaristin amacını sorgulamak da harbiden aptallığa yakın bişi! Proje ilk peydah olduğu zaman herkes "Facebook filmi mi?" demiş ama projenin başına David Fincher geldiği zaman "olabilir tabi canım en azından Monopoly filmi kadar saçma bir fikir değil" diye direksiyon kırmıştı. Benim direksiyon kırışım Fincher'dan öte daha önce tv dünyasına yaptığı zeki katkılarla aklımda yer edinmiş Aaron Sorkin ismiydi. Sorkin'i bilenler bilir, kendisi televizyona bir kaç boy büyük gelir. Bu yüzden zekasını yansıtabileceği bir sinema filmi olması muhteşem bir şanstı. -Charlie Wilson's War'ı saymayalım- TSN'yi ilk izleyişinizde daha çok olay örgüsü ve diyalogu takip etme amacıyla izleyeceğiniz bir gerçek. Zaten klasik bir seyirci her ilk izleyiş de böyle yapmaz mı? İyi bir film, sonraki tekrar izlemelerinde ortaya çıkacak tadla belli olabilir bile diyebiliriz hatta.TSN'de bu kurala uyan, muazzam genişlikte bir film. İlk izleyişte yakalayamayacağınız bir ton detay, ipucu ve göndermeyle dolu. Ve her şeyi bilerek tekrar başına oturduğunuzda sizi bu sefer olay örgüsü ile değil karakter işlenişi, çözümlemesi gibi sinemasal detaylarla sarmalayan bir film. Tamam bu her iyi filmde olması gereken bir özellik, peki TSN'nin muhteşem olma sebebi ne?

The Social Network'ün muhteşem olmasının sebebi aslında Facebook'la yüzeysel bir bağı olması. Film aslında tamamen yeni milenyum gençlerinin psikolojik ve sosyal bir haritası. Mark Zuckerberg'in cebinde bizi milyar kere satın alabilecek para olabilir ama detaylı baktığınızda bizden ne farkı var? Film işlediği karakterlerin title'larıyla değil yaşadıkları ve içlerinde olduğu ruh halleriyle ilgilenen, onların düşündüklerini, hissettiklerini yansıtan bir boy aynası. Facebook'u kururken kim kimden çalmış değil derdi veya şu iyidir bu kötüdür diye parmak göstermek. Facebook maskesi altında çok iyi bir çözümleme yattığı için bu kadar iyi Sorkin'in senaryosu. Ve bu senaryonun önüne geçmeyecek şekilde tutarlı ama bir o kadar da değerli bir yönetmenlik ve oyuncu performansı barındırdığı için! Açgözlülük, obsesiflik, toyluk, asosyallik...David Fincher sizce telif hakları yüzünden mi "Facebook" ismini kullanmamış filmin isminde? Yoksa The Social Network (Sosyal Ağ)'de filmin anlamına yarışır bir şekilde derinlik ve çoğul anlam olduğu için mi? Filmi eleştirirken tüm bunları düşünmek, onların farkına varmak ve bunun bir Facebook kuruluş hikayesi ve Zuckerberg'in biyografisi olmadığını kabul etmiş bir şekilde eleştirmek gerekiyor. Çünkü aksi halde sadece muhteşem bir sinema örneğini kaçırmış olmuyor, üstüne bir de filmi anlamadığınız için hoş olmayan durumlara düşüyorlar.

96/100