Tv etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tv etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1 Mayıs 2011 Pazar
The Killing: Yeni Nesil Twin Peaks
Game Of Thrones yazısında kablolu kanalların ataklarından bahsetmiştim. AMC'nin yeni projesi The Killing de bunlardan biri. Forbrydelsen adlı bir Danimarka dizisinin yeniden çevirimi olan The Killing şu sıralar ilk sezonunu yarılamış durumda. "Who Killed Rosie Larsen" tagline'ıyla tek bir cinayet üstüne yoğunlaşan dizi, içerdiği bir çok öğe ile (en başta o meşhur "Who killed Laura Palmer?" tagline'ı) 90ların kült dizisi ve yeni nesil drama televizyonculuğunun atası Twin Peaks'in kopyası gibi duruyor.
Twin Peaks, 90ların başında kısa süren yolculuğuna rağmen etkisini şu anda bile televizyonlarda görebileceğiniz bir yapım. En basidinden bundan 20 yıl önce David Lynch ve Mark Frost ikilisi bu diziyi yapmasalar ekranlarınızdan ne The X-Files geçmiş olurdu ne de Lost. Televizyonda drama yapmanın kurallarını tamamen değiştiren ve işin içine artık her dizinin vazgeçilmez unsuru olan "merak ve gizem" öğelerini katan Peaks'in etkisinin en çok görüldüğü dizi ise The Killing. İki dizide de bir lise öğrencisi vahşi şekilde öldürülüyor ve olayı araştıran polisler her ipucuyla çok daha büyük sırlar keşfedip, ne kurbanın ne de çevresindekilerin aslında göründükleri gibi olmadıklarını keşfediyorlardı. Twin Peaks bu olayın cılkını çıkararak 50.000 nufuslu kasabada zan altında kalmayan, kirli çamaşırı olmayan bir karakter bile bırakmamıştı. The Killing de aynı yola başvuruyor gibi. Böylesine masum gözüken bir kurbanın ölümünde herkes suçlu olabilir çünkü! Kurbanın kendisi bile! Twin Peaks'in normal seyirciyi ekran başına kilitlemesinin nedeni bu gizemiken, onu 20 yıl sonra bile üstüne festivaller düzenlenecek kadar kült seviyesine çıkaran şey ise tamamen başka şeylerdi. Kasabada yaşanan olaylar, etrafındaki coğrafyanın içine sinmiş, Peaks'in sınırındaki ormanlardan yükselen sesler, ışıklar, sessizlikler müthiş bir atmosfer yaratarak, bugün bile hala televizyonda çok fazla görmeye alışık olmadığımız bir evren yaratmıştı. Dizide 90ların yüzü Laura Palmer'ı kimin öldürdüğü giderek önem kaybetmeye başlamış, aklı başındaki seyirciler David Lynch'in hastalıklı kafasından çıkan fikirlerle televizyonun nasıl bir değişime uğradığını seyreder olmuştu.
Kuzeye aitmiş gibi gözüken bu atmosfer, Amerikan televizyonlarına ilk defa uğruyordu çünkü. Günümüzde artık eleştirmenler bu tarz dizilere "Nordic-Noir" ismini bile takmış durumdalar. Ve ciddi olarak kuzey bu konuda imkanını çok iyi kullanıyor. Hal böyle olunca Forbrydelsen'in Twin Peaks'le aynı etkileri taşıyor olması şaşırtıcı bir şey değil elbette. Üstelik zamanında TP'nin Danimarka'da çok ünlü olduğunu, hatta Lars Von Trier'in bu diziden etkilenerek kendi ülkesinde Riget adlı bir yapıma imza attığını da unutmamak gerek. The Killing de bir uyarlama olmasına rağmen aslında o havayı yakalaması açısından gerçekten başarılı. Seattle'da geçen dizinin çekimleri aslında Vancouver, Kanada'da yapılıyor. Kanada'nın o soğuk ve karanlık iklimi dizinin en büyük şanslarından biri. Her daim yağmur, her daim kara bulutlar. The Killing'in müzikleri ve ses kurgusu da aynı tatta. Angelo Badalamenti'nin Twin Peaks'e yaptığı tekinsiz müzikler ve arka planda devamlı duyulan sis düdükleri burada da oldukça çok karşımıza çıkıyor. Hoş The Killing'in aksine Twin Peaks'de her bölümün sonunda seyirciyi gaza getirmek için verilen vurucu davul ritimleri yoktu.. Dizinin başrolündeki isimler de klasik Amerikan tiplerinden çok uzak. Texas doğumlu Mireille Enos kızıl saçları ve beyaz teniyle aslında tipik bir kuzeyli tipi taşıyor. Yanındaki salaş görünümlü Joel Kinnaman da öyle. Üstelik bu oyuncular sırf dış görünüşleriyle değil, oyunculuk kabiliyetleriyle de Amerikan dizilerinde görmeye alışık olduğumuz klasik polis kalıplarını yıkayacak düzeydeler. Sanırım dizinin The Wire'a benzetilen noktalarından biri bu. Polis karakterler kesinlikle karikatür değil ve bu diziye daha ciddi bir hava atıyor. Kurbanın annesi rolündeki Michelle Forbes ise kariyerinin en iyi rolünü oynuyor olabilir. Sessiz sakin acılı anne Mitch de kuzeyin soğukluğundan nasibini almış gibi duran bir karakter ve Forbes'un donuk surat ifadeleri bu role cuk oturuyor.
Ama The Killing'in en önemli özelliği izleyici elinde tutacağı gizem ve olay öyküse odaklandığı kadar yönetmenlik, atmosfer, kısacası bir diziyi dizi yapan etkenlere de aynı titizlikle yaklaşması. Dediğim gibi bu tarz dizileri her bölümde ayrı bir dava çözen CSI benzeri polisiyelerden ayırabilecek şey atmosfer ve dizinin anlatım tarzı. Olayı bir bölüme değil sezonun tamamına yayarak akıllılık ediyor. Bu yönden hem Twin Peaks hem de yine 90ların ortasında yayınlanmış pek bilinmeyen Murder One dizisine benziyor. Üstelik bir network dizisine kıyasla oldukça yavaş akıyor. Elindeki malzemeyi bir kere de harcamıyor. Ve de bazen izlemesi gerçekten acı veriyor.
The Killing'in belki tek sorunu şu anda pek de işe yaramayan gibi gözüken politik hikayeleri. Dizinin yavaş olan temposunu iyice sekteye uğrattığı gibi, o konuda yaptıkları hiç bir şey insanı şaşırtmıyor. Üstelik bu olayı bağlayabilecekleri tek yer var gibi gözüküyor şimdilik ve o daha da iç bayıcı. Lütfen zengin ve güçlünün ağına düşmüş, masum gibi gözüken ama aslında içinde ne fırtınalar kopan bir genç kız olayına bağlanmasın Rosie Larsen'in hikayesi. Çünkü biz 20 yıl önce de olsa o hikayenin alasını gördük.
30 Nisan 2011 Cumartesi
Game Of Thrones: Kış geliyor
Son yıllarda kablolu tv iyiden iyiye atağa geçmiş durumda. HBO'nun elindeki efsaneler (Six Feet Under, The Sopranos, Sex and The City, The Wire, Big Love ve de son sezonuna girecek olan Entourage) birer birer bitmeye başladığında diğer kablolu kanallar aniden yeni HBO olmak için atağa geçtiler. Showtime güçlü kadın oyuncularla iyi bir "karakomedi" kuşağı oluşturmuş durumda. AMC ödül manyağı Mad Men ve Breaking Bad ile girdiği oyuna The Killing, The Walking Dead gibi işlerle devam ediyor. Starz ise haspelkader bir Spartacus hiti yaratmayı başardı. HBO'nun elinde ise beklendiği kadar ses getirmeyen bir Treme ve tek başına yeterli olmayan bir True Blood kaldı. Ama işler değişmek üzere, HBO küllerinden doğarak tahtı geri almaya başladı. Önce Martin Scorsese imzalı Boardwalk Empire ile zamanında red ettiği Mad Men'e karşı savaş açtı. Şimdi ise daha epik bir iş ile yeniden doğumunu iyiden iyiye müjdelemiş durumda. Game Of Thrones!
Seksin, şiddetin ve küfürün sınırı olmadığı kablolu kanal dizilerinde bazen bir işin tutması için sadece edepsiz (Spartacus'ün pazarlama stratejisi tamamen bunun üzerine kurulu, televizyonların en cesur dizisi olarak lanse ediliyor ve bu cesurluk mevzusu salt cinsellik için geçerli.) bazen de sadece şiddet pornosuna dönüşmesi gerekiyor (The Walking Dead bu konuda bir ara oldukça abartmıştı). Eskiden kablolu diziler belli bir entellektüel kitleye hitap ederken artık iyiden iyiye "normal tvde göremeyeceğiniz her şey" (sarkan bağırsaklar, cinsel uzuvlar, bolca küfür) sloganına odaklanmış durumdalar. Tamam HBO'nun Sex and The City'sinde de cinsellik tavan yapmış durumdaydı ama bu en azından gerekli bir cinsellikti (dizinin adı üstünde sonuçta!) ve estetik bir yönü vardı. Ya da True Blood'da da oldukça çiğ bir şiddet var. Ama bunların hepsi diziye hizmet eden unsurlar, diziyi oluşturan değil! Kısacası oyun, nasıl oynamaları gerektiğini bilmeyen bir grup yeni yetme tarafından bozulmak üzereydi. Derken oyunu kurtaran yine HBO olacak gibi duruyor.
Game Of Thrones, George R. R. Martin'in 7 kitap olması planlanan "A Song of Ice and Fire" serisinden uyarlanmış bir dizi. Konusunu özetlemeye çalışmak dizinin çok yönlü ve katmanlı hikayesine haksızlık olur ama "demir bir taht için ne güneşler batıyor yarab" havasında alternatif bir coğrafyada yapılan entrika ve taht kavgalarının hikayenin önemli bir parçasını oluşturduğunu söylesek başlamadan almanız gereken minimum bilgiyi karşılar gibi duruyor. Başrollerini her yerden tanıyabileceğiniz ama en sonunda "The Lord Of The Rings serisinin Boromir'i" olarak anacağınız Sean Bean, Mark Addy, Nikolaj Coster-Waldau, Michelle Fairley, Lena Headey gibi isimlerin paylaştığı dizi, 3 farklı coğrafyada oldukça geniş bir kadroyla oldukça fazla öykü içeriyor. Her karakterin bakış açısını aynı başarıyla yansıtmasıyla beğeni toplayan romanların, diziye aktarımında hiç bir değişiklik yapılmaması ve kitaba birebir sadık kalınması en çok takdir edilen yönlerinden biri. Gerçekten de dizide o kadar çok karakter ve bu karakterler arasında o kadar fazla bağ var ki, ilk bölümün hem hikayeye girip hem de bu karakterlerin hepsini aynı ağırlıkla tanıtmaya çalışması ve bunu hiç bocalamadan başarması büyük bir olay. Game Of Thrones, ilk bölümünde hem size -şimdilik- gereken bilgileri iyi veriyor hem de dramatik çatısını kurup, ilk bölüm finalinde olan biten her şeyi önemseyip, ikinci bölüm için sabırsızlanmanızı sağlıyor. Ve bunu bir kablolu dizisi olduğu için başarıyor. Ama çıplaklık veya şiddet kullanımıyla değil. Bir bölüm 55 dakika sürebildiği, bütçenin tavan yapabildiği, senaryo normal bir televizyon seyircisi yerine seçkin bir azınlığın entelektüel birikimine göre yazılmış olduğu için. Eğer bu bir "network" dizisi olsaydı ilk iki bölümde izlediğimiz olayları bırakın ilk 10 bölümde izlemeyi, böyle bir diziyi prodükte edip yayına sokacak bir network olmadığı için olan biteni sadece R.R. Martin'in kitaplarından öğrenebilirdik.
İyi olanının bir sinema ürünü kalitesine yaklaştığı kablolu kanal yapımları içinde Game Of Thrones daha önce Rome ve Spartacus ile denenmiş dönem dizileri arasında en sükse yapacak iş gibi duruyor. Belki sektörel ödüllerden sırf türü yüzünden pek yüz bulamayacak ama seyirci diziye gerçek ödülü reytinglerde, kanal ise ilk bölümün ertesi gününde ikinci sezonu sipariş ederek verdi bile. Ve işin ilginci kitabı okuyanlar ilk 2 bölümü sevenlere bu olanların devede kulak kaldığını, işlerin giderek kızaşacağını ve her şeyin daha da lezzetli bir hale geleceğini söylüyorlar. Hissediyorum. Game Of Thrones'a tapmamıza az kaldı.
26 Nisan 2011 Salı
Twin Peaks, David Lynch, Angelo Badalamenti ve kendi kendime yarattığım o mutluluk anları....
DavidLynch.com bir süredir Lynch alemine ait daha önce hiç bir yerde yayınlanmamış müzikleri satar oldu. Bunlardan en heyecanlandıranı Angelo Badalamenti denilen dünya dışı varlığın bestelediği Twin Peaks melodileri tabiki de. Daha önce yazmıştım tekrarlamalıyım çünkü şu anda öyle bir ruh hali içindeyim. Twin Peaks benim bu dünyada en zevk alarak izlediğim, yaşadığım, düşündüğüm, hayal ettiğim şeylerden biridir. Diziyi hiç bitirmedim, son 5 bölümü asla izlemedim ve uzun bir süre de izlemeyi düşünmüyorum. Çünkü 90ların başında sona ermiş bu hikayeyi ben hayatımdan çıkarmaya, sonlandırmaya hiç hazır değilim. Yıllar geçmesine rağmen ve ben diziye bu kadar bağlanmışken elimde hala hiç izlemediğim, görmediğim Twin Peaks materyalleri olması bana sapıkça bir haz veriyor çünkü. Çok farklı bir his bu. Diziyi sevmem için bitmesi gerekmiyor, 90 dakikalık pilotunun her karesi ona aşık olmama yetiyor çünkü.
Badalamenti bu hafta diziden en sevdiğim müzik olan Love Theme From Twin Peaks'in 2 farklı versiyonunu yayınlamış. Daha böyle bir şeyin varlığını öğrendiğim andan itibaren değişti modum. Bu melodiler müzik tarihinin gelmiş geçmiş en karanlık ama bir yandan da müthiş naif, kırılgan olan melodilerinden biri çünkü. Beni asla tarif edemeyeceğim, tarif etmeye çalışmayacağım duygulara boğuyor. Bir "love theme"in bu kadar karanlık, üzgün, gecenin karanlığında Twin Peaks ormanlarında dolaşan kayıp masum ruhların çığlıklarını yansıtmasının hiç alışagelmiş bir şey olmamasından mı yoksa basitçe "iyi bir müzik" olmasından dolayı mı bilmiyorum. Ama bu müzik, beni o kadar sarıyor ki her dinlediğimde. Tamamen modumu değiştirip, ruhumu ele geçiriyor. Aklıma, beynime, kalbime, duygularıma işliyor. Beni tamamen koparıyor bu alemlerden. Ve genellikle üzüyor, depresyona sokuyor. Ama bu öyle bir ruh hali ki, o depresyon, karamsarlık bile içimde başka hiç bir şeyde yakalayamadığım bir mutluluğa dönüşüyor. Bu yüzden bu gibi anları yaşadığım ve onların bilincinde olduğum için daha da anlam kazanıyor her seferinde. Şu anda da öyle bir ruh halindeyim. Daha ilk notadan tekilamı koyup, sigaramı yakıp 4 dakika boyunca bambaşka alemlere daldım. Twin Peaks ve Badalamenti'nin müziklerinin bana yaptığı şeylere bayılıyor, hayran kalıyorum. Derdim, düşüncem ne olursa olsun sanki her şey o müziğin süresi boyunca duruyor ve ben hayattan, kendimden, her şeyden bir mola alıyorum.
Badalamenti her vuruşunda bana başka kimsenin farkına varamadığından emin olduğum şeyleri yaşatıyor, hissettiriyor. Ve ben her seferinde bu farkındalık yüzünden kendimle gurur duyuyorum. Kendi kendime yarattığım bu mutluluk, hüzün anları her seferinde kendimi sevmemi sağlıyor. Badalamenti ve Lynch bir gün -burada değilse başka bir yerde- sizi bulup, bana yaşattığınız her şey için size teşekkür edeceğim. Ciddiyim, beni her seferinde bir adım ileri taşıyorsunuz.
10 Şubat 2011 Perşembe
Episodes: Matt LeBlanc as Himself
Cougar Town'ı, Mr. Sunshine'ı yazdık, Episodes'u da yazalım eksik kalmasın. Matt LeBlanc bayadır ekranlardan uzaktı. Friends'ten sonra Joey spinoff'uyla ekranlarda şansını denedi ama pek başarılı olamadı. Çünkü zorlama bir projeydi ve izleyicilerin gözleri hep diğer "arkadaş"ları aradı. Matt LeBlanc tek başına çok yavandı. Olmadı. Ve şimdi LeBlanc kendini oynadığı bir komedi dizisiyle geri döndü.
9 Şubat 2011 Çarşamba
Mr. Sunshine: Chandler Is Back!
Geçtiğimiz post'da eski "arkadaş" Courteney Cox'un dizisi Cougar Town'ın, bir diğer "arkadaş" Matthew Perry'nin yeni dizisi Mr. Sunshine'a yer açmak için 2 ay ara verdiğini yazmıştım. Mr. Sunshine bu gece Amerika'daki ilk sınavını verecek ama Kanadalı CTV diziyi 2 gün önce yayınlamış bile. Dizi, Perry için bir comeback niteliğinde. Her ne kadar Perry, Friends sonrası Aaron Sorkin imzalı Studio 60'de boy göstermiş olsa da dizi düşük reytinglerin kurbanı olmuş ve ilk sezonunun sonunda iptal edilmişti. Şimdi Perry bir kez daha ekranlarımızda.
3 Şubat 2011 Perşembe
Cougar Town: Yetişmek için 2 ayınız var!
Friends gelmiş geçmiş en iyi sitcom'dur benim gözümde. Hatta bir sitcom'dan çok daha ötedir. Hayatımın çok büyük bir kısmını kaplar, bir diziden çok ötedir. Onunla büyümüş, en kötü anlarımı onlarla unutmuş, arkadaşlarımı dizideki karakterler üstünden bile değerlendirecek kadar etkilemiştir beni. Dizi bittikten sonra kadronun yaptığı işleri takip etmeye çalıştım. Kudrow'un insana acı veren komedisi The Comeback, Matt LeBlanc'ın "puu rezil"lik Joey'si ve şimdilerde beni çok güldüren Episodes'u, Jen Aniston'ın akıllara zarar filmleri, Schwimmer'ın konuk oyunculukları, Perry'nin Studio 60si ve yeni başlayacak olan Mr. Sunshine'ı, hepsi belki tam zamanlı olmasalar da diziden sonra radarıma girip çıkmışlardır. Bir tek Courteney Cox'un Dirt'ine bulaşmamıştım, ki o da ikinci sezon sonunda iptal edildi. Dizide pek sevdiğim ama hiç bir zaman favorim olarak gösteremediğim Monica'yı canlandıran Cox'un "Cougar Town" dizisine başlamadan önce de "ya Friends'ten sonra napabilir ki bu kadın?" diye şüphelerim vardı. Ve merak ettiğim tek şey Cox'un "cougar" rolünün nasıl olabileceği idi. Dizi beklediğimden daha komik çıkmıştı ama Cougar'lık dediğimiz "genç erkek avcısı orta yaşlı kadın" durumu diziye pek oturmuyordu. Yapımcılar da böyle düşünüyor olmalı ki 1.sezonun sonuna gelindiğinde dizinin ismini değiştirmeyi bile düşündüler.
30 Ocak 2011 Pazar
Red Riding Trilogy: Bu Kuzey'in Çivisi Çıkmış
Red Riding, 9 yıla yayılan ve farklı karakterler aracılığı ile anlatılan bir "İngilizlerin ciğeri çürümüş" hikayesi. Her film farklı yıllarda geçiyor. 1974, 1980, 1983. Hepsi aynı çevrede (Kuzey Bölgesi) benzer suçlarla ilgileniyor. Her filmde farklı bir karakter (gazeteci, polis, avukat) İngiltre'nin çürümüş iç işlerine, derin devlet (bu kavram bize özgü değil, değil mi? :)) kavramına ve yozlaşan topluma ışık tutuyor. Bu yüzden aslında cesur bir proje. Çünkü filmde anlatılan bazı olaylar İngiltre'nin gerçek tarihindeki olaylarla paralellik taşıyor. Ve sisteme getirilen eleştiri yine adamların kendileri tarafından getiriliyor. Bunun bizim ülkemizde olmasını düşünemiyorum bile. Biz ancak Kurtlar Vadisi gibi bir proje ile izin verildiği kadarı ile ve lafı geveleyerek bir şeyler yapmaya çalışırken Red Riding, İngiliz halkını kendi güvenlerini sorgulayacak kadar derine götürüyor izleyicisini.
Yine de serinin final filmi olan 1983, oldukça yavan ve tatmin edicilikten uzak bir final yapıyor. Bu da en büyük eksisi. İyi çekilmiş ve oynanmış cesur bir serinin finalinde seyirciye her ne kadar ufak bir umut aşılansa da cezalandırılanın sadece bir birey olup, sisteme dair hiç bir kapanış sunmaması insanın canını sıkan önemli bir detay. Belki bu İngiltre'de bazı şeylerin hala değişmemesinden kaynaklanıyor olabilir ama Red Riding'in bir belgesel olmaması bu bahaneyi de ortadan kaldırıyor.
İngiliz dramalarının ve tv filmlerinin kalitesi bellidir. Az ama öz bölüm çeken dizileri, böyle starlar geçidi filmleri filan ünlüdür. Red Riding de bu furyanın iyi bir örneği. Kesinlikle iyi bir seri ama "unutulmaz" olmanın kıyısından yaptığı o başıboş finalle dönüyor.
Red Riding Trilogy
1974 - 78/100
1980 - 75/100
1983 - 60/100
9 Aralık 2010 Perşembe
The Walking Dead - 1.Sezon
AMC'nin Frank Darabont imzalı zombi draması The Walking Dead 6. bölümüyle sezon finali yaptı. Bu kadar az bölüm çıkararak tatile girmesinin sebebi ise dizinin orjinalde mini dizi olarak tasarlanmasıymış. Yılın en beklenti taşıyan dizisi kimilerince çok sevildi kimilerince yeterli görülmedi.
Bence The Walking Dead'in en büyük eksikliği 6 bölüm boyunca bir ana hikaye oluşturamamış olmasıydı. 1 arpa boyu yol almayan hikaye, sıkıcı karakter dramalarıyla (ki hiç biri karakterleri henüz önemsemediğimiz için etkileyici değildi) ve entrikalarıyla daha da yara aldı. Evet yeri geldiğinde iyi kotarılmış o aksiyon sahneleri tansiyon yükseltti ama dizinin üstündeki o olmamışlık hissini bir türlü dağıtamadı. Pilot bölümünde verilen drama, işin içine 10 kadar yeni karakter girince sakıza döndü. 6 bölümde şu aşk üçgenini çözemedikleri gibi yapımcılar bu tercihlerini çok matah birşeymiş gibi de bahsetmekten vazgeçmiyorlar.
21 Kasım 2010 Pazar
Parenthood: Bana "Hah. Hi." dedi!!
Blogu açtığımdan beri hatta açmadan önce üstüne en çok yazmak istediğim dizi geçen sezon NBC'de başlayan Parenthood'du. Bir türlü fırsat bulamadım, daha doğrusi onlarca fırsat vardı ama ben hep erteliyordum, kafamda demliyordum neler yazacağımı. Az önce dedim yemişim, içimden ne geliyorsa yazacağım. Peki bunu niye az önce dedim?! Zira az önce dizide en sevdiğim karakterlerden olan Julia'yı oynayan Erika Christensen bana "Hah. Hi." diye tweet attı! Evet toplarsak noktalama işaretleri hariç sadece 5 harf. Ve kadın büyük ihtimalle bunu yazmak için sadece 3 saniyesini filan harcadı. Ama ben! Mire! Erika Christensen'in hayatında 3 saniye kapladım lan! Wohooooooo!! :)
Parenthood bir aile dizisi. Aileden çok koca bir klan gibi duran Braverman'ları anlatan dizi şu anda 2.sezonunda...Blah blah blah. Şimdi bu bilgileri geçtikten sonra, içimden geldiği gibi yazacağım...
5 Kasım 2010 Cuma
Grey's Anatomy: Tv'deki anka kuşu...
Grey's Anatomy gerek kamera önünde gerek kamera arkasında oldukça badire atlattı. Tıp fakültesinden yeni mezun olmuş bir grup genç stajyer'in hayatını anlatan dizi, rekor reytinglere de imza attı, dibe de vurdu. Ve şimdi, 7.sezonunda tüm karakterleri olgunlaşmış, oturmuşken belki de en kötü reytinglerini alıyor oluşu benim için hiçbirşey ifade etmiyor çünkü son 1-2 sezondur Grey's Anatomy ciddi bir klasiğe dönüşme sinyalleri veriyor.
The Walking Dead: Kan döktüm yollarına...
AMC, yeni HBO olma yolunda sağlam adımlar atıyor. Son 4 yıldır Mad Men'le ses getiren kanal şimdi de daha yayınlanmadan 2. sezonunu sipariş edecek kadar güvendiği The Walking Dead ile çıktı karşımıza.
Arkadaş muhabbetleri arasında "bir zombi dizisi" olarak açıklanabilecek The Walking Dead, bir Frank Darabont projesi. Böylesine büyük bir ismin böyle bir dizide ne aradığını açıklamak için ise dizinin pilot bölümüne ve serinin geçmişine biraz bakmak lazım. Kariyerinin önemli adımlarını Stephen King uyarlamalarıyla (The Shawshank Redemption, The Green Mile, The Mist) attığını düşünürsek Darabont aslında Kingvari hikayelere pek uzak değil. Tamam belki onun korku hikayelerini (The Mist harici) pek kullanmıyor ama en azından King'in korkuyla dramayı harmanlama konusundaki başarısına yabancı olmayan bir isim. Üstelik dizi Darabont'un zihninden de çıkmış birşey değil, yine bir uyarlama. The Walking Dead'in uyarlandığı çizgi roman oldukça iyi eleştiriler alan ve sıkı bir hayran kitlesi olan bir seri. Hal böyle olunca Darabont'un odaklanması gereken nokta zombilerden daha çok sıkı bir televizyon draması çekmek oluyor. İşte The Walking Dead'in de başarıya ulaştığı nokta burası.
3 Kasım 2010 Çarşamba
Battlestar Galactica: Frak Me!
"Amannnn çuvçuvlu uzay dizisini ne izlicem lan, işim mi yok, Star Wars bile sevmem ben" demiştim yıllar önce biri Battlestar Galactica'yı överken. Öncelikle ben LOST'çuydum. Görebileceğiniz en büyük LOSTçulardan hem de. Şimdi son sezonunda sıçtı o da amk, bi boku toparlayamadılar, heç beğenmedim demeyeceğim, hüngür hüngür ağladım lan final bölümünde ve bence harika bir finaldi. Yine de 6.sezonu ben de pek tutmam, Dogen filan gereksiz hareketlerdi çok.

26 Ekim 2010 Salı
Twin Peaks: Plastik kefenler

Zaman geçiyor ben bu Twin Peaks denilen halta sarıyorum dvd'den, zaten ilk sezon 8 bölüm. İlk sezon bitiyor, ben de ekran karşısında bitiyorum. Zira bak üstünden kaç sene geçmiş, olmuşuz 2010 ben hala Twin Peaks'in ilk sezon finalinin Tv dünyasında yapılan en manyak sezon finali olduğunu düşünüyorum. İşin manyaklığı dizinin 2.sezon dvdleri çıkmadığı için izlenebilecek tek kaynak da Digitürk. Evimizin eğlence kaynağı Digitürk'de 1.sezondan sonra Retromax kanalını kapatmıyor mu!! Neyse 2-3 ay ben böyle bölüm özetleri okuya okuya filan resimsiz roman tadında bitiriyorum diziyi, sonra Digitürk akıllanıyor tekrar veriyor diziyi filan. Ondan sonra başlıyor ben de bir Twin Peaks sevdası. David Lynch denilen adam gözümde ilah filan oluyor. Soundtrack'i hayatımın arka planında devamlı devir daim modunda zaten. Öyle ki annem bir gece hiç unutamayacağım birşey söylüyor bana. Ben yine girmişim Twin Peaks moduna, soundtrack bangır bangır. Annem "noldu? bişi olmuş, sen Twin Peaks dinleyince hep bişi olmuş demektir" diyor. Eneaam diyorum büyüdüm de annem tarafından tanımlanmaya başladım :P
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)