22 Aralık 2010 Çarşamba

Black Swan: Metamorfoz'un böylesi...


Aylardır beklediğimiz bir film, Pi, Reqiuem For A Dream, The Fountain, The Wrestler gibi filmlerin yönetmeni Darren Aranofsky'ın Black Swan'ı. Eleştirmenler tarafından övgüyle karşılanan film geçtiğimiz günlerde DVDScreener versiyonuyla internete düştü de biz de 25 Şubat'ı beklemekten kurtulduk.


21 Aralık 2010 Salı

2010 Retrospektif: Sinema'da En İyiler


2010'un en iyisi The Social Network'tü. Kimileri "abartıyorsunuz, iyi ama o kadar da değil" dedi ama öyleydi. Aaron Sorkin'in zeka fışkıran diyalogları ve senaryosu Fincher'ın bu sefer sakin ve olgun kamerasıyla buluşunca ortaya muhteşem bir film çıktı. Alternatif okumalara açık, zengin bir filmdi. Oyuncuları şahaneydi. Jesse Eisenberg, Justin Timberlake gibi isimler parlarken Andrew Garfield filmi alıp götürüyordu. 27 Şubat gecesi bu adamların sahneye çıkıp En İyi Film, En İyi Senaryo ödüllerini aldığını görünce şaşırmayın.

Yılın diğer en iyi filmi ödül sezonunun en iyi indie'si olan Winter's Bone'du. Jennifer Lawrance'ın kendinden çok büyük bir performans verdiği film karakterleri, hikayesi, dingin müzikleri ama en önemlisi çok güçlü atmosferiyle öne çıkıyordu. Sundance Film Festivalinde Büyük Jüri Ödülünü alan film Oscar için de iddialı. Öyle ki Lawrance'in Oscar'a uzanması için önünde sadece Annette Bening var. The Social Network olmasaydı bu yılın favorisi olurdu, çünkü iyi bir filmde arayabileceğiniz herşeye fazlasıyla sahipti.

19 Aralık 2010 Pazar

2010 Retrospektif: Müzik Dünyası


2010'un retrospektifinde geldi müzik dünyasının en iyilerini ve kötülerini tartışmaya...

Yılın müzik olayı İngiltre'nin bağrından kopup gelen 2 genç adamdı. Hurts'ün Happiness adını taşıyan debut albümü şüphesiz son yılların en iyi, en heyecan veren işiydi. Böyle düşünen bir tek ben olmamalıyım ki Hurts bu yılın en iyiler listesinde hep ilk 3'e oynadı durdu. Albümle ilgili ayrıntılı tanıtım ve download linkini buradan bulabilirsiniz.


2010 Retrospektif: Aktör & Aktrisler

2010 retrospektif'ine yıla iyi, kötü damgasını vuran oyuncularla devam ediyoruz...

Jennifer Lawrence ilk başrolü olan Winter's Bone'da harikalar yarattı. Karakteri gibi tüm filmi sırtlayıp, izleyen herkesin ağzını açık bıraktı. Bu ödül sezonunda toplamadığı ödül kalmadı, herkesin favorisi olarak her listede yer edindi. Belki En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar alması biraz zor ama adaylığı şimdiden kesin. Bu harikalar yaratan kızı önümüzdeki sene Jodie Foster'ın yönettiği The Beaver'da Mel Gibson ile beraber izleyeceğiz. Daha sonra da yeni X-Men filminde Mystique'i oynayacak.

18 Aralık 2010 Cumartesi

Son bir sigara içeyim...

Bayadır aklımda var aslında, sigarayı bırakmam lazım. Aslında hiç başlamamış olmam gerekirdi ama lise çağlarında yaptığım bir özentilikle ben de bu batağa saplanmıştım. Gayet uslu, etliyi sütlüyü karıştırmayan bir çocukluk geçiren ben aklımca olmayan asiliğimi sigarayla kapamaya çalışıyordum.

Şimdi hesap etmeyeyim zira edersem içtiğim yılları hesaplayıp kendime yaptığım zararı daha vahşi şekilde gözler önüne süreceğim ama liseden mezun olup, asiliği üstümüzden atalı veya farklı şeylerle kapamaya/göstermeye çalışalı çok oldu. Haliyle sigaranın artık bir numarası kalmayınca, ona başka anlamlar yüklemeye başladım. Mesela bu meret müzik dinlerken çok iyi gidiyor. Öyle böyle değil, ben sigara yakmadan önce dinleyeceği müziği ayarlayan bir adamım. Playlist filan yaparak değil hem de, her sigarada tek tek özenle seçerek. Bu bir hafta içinde de en çok onda canım çekti zaten. Dybdahl olsun Mraz olsun kalbimi deşen notalar zerk ederken elim, ağzım boş, su içiyorum işe yaramıyor. Hatta bi gün bu yüzden alkol alayım dedim. 2 bira sonra hayatımın uçuşunu gerçekleştiriyordum!


2010 Retrospektif: Sinema'da En Kötüler



Yıl sonuna iyice yaklaşmışken, 2010'un benim için "en"lerini yazacağım bir kaç entry olacak. İşe en boktanlarıyla başlayıp, aradan çıkaralım. İşte 2010 filmleri arasında benim için en berbat olanları.

Onur Ünlü'nün Beş Şehir filmi, hayatımda gördüğüm en anlamsız şeydi. Festivalde salondaki herkesin nefret etmesini beklerken neredeyse ayakta alkışlanacağını görünce sınıf arkadaşlarımla sıkı bir oha çektik. Bizim jenarasyonumuz mu kıtdı yoksa "anlamadığı şeyi alkışlayan" guruh mu dolduruyordu salonu veya kafalar mı iyiydi bilemem ama film bana kalırsa harbiden gözlerimin maruz kaldığı en kötü şeydi. 

El Secreto de Sus Ojos: Sen sus, gözlerin konuşsun!


Evet yeni izledim! Geçtiğimiz sene En İyi Yabancı Film dalında Akademi Ödülü alan El Secreto de Sus Ojos yani nam-ı diğer The Secret In Their Eyes'ı ancak izleyebildim. Filmin konusu hakkında hiçbirşey bilmediğim ve sinemayla alakalı alakasız herkesten iyi olduğunu duyduğum için biraz basit bir film bekliyordum. Hani en fazla iyi çekilmiş mainstream bir film! Akademi genelde öyle filmlere oy verir çünkü. Bir de bu filmin karşısında The Prophet ve White Ribbon gibi filmler yarışıyordu. Arjantin'den çıkan bir film ne derece tatmin olabilirdi ki?

The Kids Are All Right: Geniş Aile!


Bir aile düşünün. Bu ailede bir baba yok, lezbiyen bir çift yıllar önce aynı adamın spermleriyle 2 çocuk dünyaya getirmişler. Çocuklardan biri 18, diğeri 15 yaşında. Annelerden biri doktor, diğeri ise "ne iş yapıyorsunuz" sorusuna hala sıkılarak cevap veren özgür ruhlu biri. Büyük olan kız liseyi bitirmiş, üniversite için evden ayrılmaya hazırlanıyor. 15 yaşındaki oğul ise "takılıyor". Klasik bir aile draması için yeteri kadar malzeme var. Bunun üstüne bir de resme yıllar önce spermini bağışlayarak bu iki çocuğun dünyaya gelmesine "katkıda bulunmuş" başı boş bir "baba" figürü giriyor!

Bisiklet Yaka Reinvented



Kyle MacLachlan'ı çok sevsem de -boru değil Agent Cooper bu!- o tasarımdan feci sıkılmıştım. Bu yüzden Bisiklet Yaka'yı bir revizyona soktum ve sonunda blog bu görünümü aldı. Şimdi siz tam bu satırı okurken F5 (Yenile) tuşuna basmanızı istiyorum. Hatta 1-2 kere ile sınırlandırmayın kendinizi, istediğiniz kadar basın, ne kadar basarsanız o kadar değişir :)

Javascript sağolsun sayfayı yeniledikçe, blogda gezdikçe değişecek bir dizayn yapmayı başarabildim. Bisiklet Yaka'nın artık tam 7 dizaynı var! Hepsi çok sevdiğim hatta bazılarında taptığım isimleri barındırıyor. Dizaynların ufak hallerini aşağıda görebilirsiniz, eğer büyük hallerini görmek isterseniz dediğim gibi sadece F5'e basmanız yeterli :)

15 Aralık 2010 Çarşamba

Uncharted: Yapıyodum, yapmıştım!


Okumaya başlamadan önce dinleyin:

Ben iki eliyle bir joystick'i doğrultamayanlardanım. Lisede yaşıtlarım Counter'da kapışırken ben en fazla The Sims'de ev düzerdim. Hayatımda bitirdiğim tek bilgisayar oyunu da Max Payne'dir, onu da bullet time efekti çok güzel diye oynamıştım. 2-3 günde bitirilecek oyun bullet time yüzünden slo-mo aktığı ve üstüne benim beceriksizliğim eklendiği için 2-3 ayda anca bitmişti. Zaten çocukken de Super Mario'yu binbir krize girerek bitirmiş, "yapıyordum, yapmıştım" diye ağlamayı ben icat etmiştim.

Hal böyle olunca benim bu dünyada en son almam gereken şey bir oyun konsoluydu takdir edersiniz ki. Ama PS3 bluray player özelliği ile çıkınca durumlar değişti. Ülkede daha doğru düzgün bir BD Player sektörü olmadığı için gittik aldık PS3'ü. Milletin oyun oynamaya aldığı hatta alamayıp hayalini kurduğu aleti ben film izlemek için aldım! Öyle de havalı bir tarafı vardı bu işin. Ama tabi bu hava herkese geçmediği için bana hediye olarak bluray film değil 2 tane ps3 oyunu verdiler. Biri gerçek hayatta bile hiç haz etmediğim ama bir PS3 alıcısına mantıklı bir hediye olan futbol oyunu PES, diğeri de ilk başta "bu ne amk, kakalamışlar osuruğum gibi oyunu" diye burun kıvırdığım Uncharted: Drake's Fortune. Evet konuya daha yeni giriyoruz!

12 Aralık 2010 Pazar

Nicki Minaj: It's Barbie Bitches


Nicki Minaj, son yıllarda Hip-Hop/Rap dünyasına gelmiş en renkli kişilik. Abartılı mimikleri, rengarenk perukları, eşsiz rap tarzıyla uzun zamandır piyasada eksik olan kadın MC açığını kapatan bu hatunu muhakkak duymuş, belki ismini bilmiyorsunuzdur. Kadın henüz ortada bir albümü olmadan en az 20-30 şarkıya feat yaptığı yetmezmiş gibi, bu şarkıların yarısından çoğu Billboard listelerinde ortalığı kasıp kavurdu. Bu harbiden azımsanmayacak bir başarı: piyasaya yeni girmiş bir çaylağın, üstelik bu bir bayan, bu derece aranır bir isime dönüşmesi...Minaj'ın Kanye West'in Monster'ında dediği gibi "let me get this straight wait I’m the rookie but my features and my shows ten times your pay? 50k for a verse, no album out!"

9 Aralık 2010 Perşembe

The Walking Dead - 1.Sezon


AMC'nin Frank Darabont imzalı zombi draması The Walking Dead 6. bölümüyle sezon finali yaptı. Bu kadar az bölüm çıkararak tatile girmesinin sebebi ise dizinin orjinalde mini dizi olarak tasarlanmasıymış. Yılın en beklenti taşıyan dizisi kimilerince çok sevildi kimilerince yeterli görülmedi.

Bence The Walking Dead'in en büyük eksikliği 6 bölüm boyunca bir ana hikaye oluşturamamış olmasıydı. 1 arpa boyu yol almayan hikaye, sıkıcı karakter dramalarıyla (ki hiç biri karakterleri henüz önemsemediğimiz için etkileyici değildi) ve entrikalarıyla daha da yara aldı. Evet yeri geldiğinde iyi kotarılmış o aksiyon sahneleri tansiyon yükseltti ama dizinin üstündeki o olmamışlık hissini bir türlü dağıtamadı. Pilot bölümünde verilen drama, işin içine 10 kadar yeni karakter girince sakıza döndü. 6 bölümde şu aşk üçgenini çözemedikleri gibi yapımcılar bu tercihlerini çok matah birşeymiş gibi de bahsetmekten vazgeçmiyorlar.

Hayatımın En Güzel Telefon Konuşması !!!


Günlerdir Thomas Dybdahl'ın October Trilogy'sini almaya çalışıyorum, kodumunun cdon.eu'su kredi kartımı kabul etmiyor. Nasıl moralim bozuk günlerdir alttan alta bu konu yüzünden anlatamam. Başka hiçbirşey istemiyor çünkü canım, o cdler benim olmalı! Neyse, en yakın dostum Alp geçtiğimiz hafta İngiltre'ye gitti, plan cdleri alıp ona yollamak ama olmadı. Alp hiç bişi getirmicek lan bana diye bozuk atıyorum kendi kendime. Adam 40 yılın başında gitmiş, amazon free shipping filan yapıyor ve ben October Trilogy'i alamadığım için başka hiçbirşey almak istemiyorum.

2 gün önce Alp'in Londraya geçtiği vakit, Dybdahl'ın konseri olacağını öğrendik. Üstüne bu konser sırasında adamın cdlerinin de satılacağını. Tutturdum "Alp konsere git, biletin yok ama yalvar içeri gir, al şu cdleri bana" Ama böyle birşeyin olmasına ihtimal bile vermiyorum. Hadi Alp bunu kabul etti, adamı biletsiz içeri alacaklar mı, o cdler harbiden satışta mı olacak filan gibi sorular var. October Trilogy fii tarihinde tükenmiş birşey çünkü. Neyse, Alp gidicem varsa alıcam dedi. Ben bugün tüm gün kafayı kırdım alabilecek mi diye. Ve yaklaşık 20 dakika önce şöyle bir konuşma geçti aramızda...

Alp: Lan, tahmin et şu anda kime bakıyorum?
Emre: Ne? Hasssiktir lan!!!!!!!!
Alp: Lan olm, aldım cdleri, herife gittim böyle böyle Türkiye'de çok büyük bir hayranınız var, imzalar mısınız dedim. Adam cdleri imzaladı lan! Ellerim titrio, sanki ben hayranıyım!
Emre: Dur lan ben kalp krizi geçiriyorum sanırım!

21 Kasım 2010 Pazar

Parenthood: Bana "Hah. Hi." dedi!!


Blogu açtığımdan beri hatta açmadan önce üstüne en çok yazmak istediğim dizi geçen sezon NBC'de başlayan Parenthood'du. Bir türlü fırsat bulamadım, daha doğrusi onlarca fırsat vardı ama ben hep erteliyordum, kafamda demliyordum neler yazacağımı. Az önce dedim yemişim, içimden ne geliyorsa yazacağım. Peki bunu niye az önce dedim?! Zira az önce dizide en sevdiğim karakterlerden olan Julia'yı oynayan Erika Christensen bana "Hah. Hi." diye tweet attı! Evet toplarsak noktalama işaretleri hariç sadece 5 harf. Ve kadın büyük ihtimalle bunu yazmak için sadece 3 saniyesini filan harcadı. Ama ben! Mire! Erika Christensen'in hayatında 3 saniye kapladım lan! Wohooooooo!! :)

Parenthood bir aile dizisi. Aileden çok koca bir klan gibi duran Braverman'ları anlatan dizi şu anda 2.sezonunda...Blah blah blah. Şimdi bu bilgileri geçtikten sonra, içimden geldiği gibi yazacağım...

Buz gibi içiniz...

Bana bi' haller oldu. Hayatım boyunca Fanta içtim ben, kola'yı hiç bir zaman sevmedim. Sonra Ice Tea çıktı, son 4-5 yıldır günde minimum 1 bardak ama genelde 1 litrenin altına düşmemek şartıyla Ice Tea Şeftali içiyorum. Sigara içerken, yemek yerken, durup dururken...Hep Ice Tea Şeftali. Hatta bazen fark ediyorum ki gün boyu 3 bardak Ice Tea içmeme rağmen 1 bardak su içmemişim. Susuzluğu onunla gideriyorum bir nevi. Ama son 1 aydır bana bi' haller oldu. Hala Ice Tea içiyorum ama artık yemekler de filan kola gidiyor su gibi.

Yeni ergenler gibi 2 aydır McDonalds yiyorum, hem de gün aşırı. Neden? Patatesleri yüzünden. Ben ki beslenme zincirinde patates kızartması bulunmayan bir aileden geliyorum. Çocukken Happy Meal menülerimdeki patateslere filan da dokunmazdım. Ama son 2 aydır hem kola içiyor hem de patates kızartması yiyorum! Hem de öyle böyle değil. Az önce üşenmedim, kalktım yataktan, giyindim filan, çıktım kola aranmaya. Ben ki sabah kahvaltısı veya akşam yemeği için apartmanın altındaki bakkala ekmek almaya gitmeye üşenen, kalktım 2 sokak öteki Tekel Bayii'ye gittim. Hem de demlenme malzemeleri için değil 2 litrelik gözünü sevdiminin CocaCola'sı için!

Şu bardağa dolan kola ve sonrasında çıkan bir "aeeaahhh" sesi vardı ya reklamlarda yıllar önce. Her bardağa boşaltışımda aynı sesi duyup mest oluyorum! Benjamin Button gibiyim hayatı tersten yaşıyorum! Ergenliğe yeni girdim, yakında Emo da olurum!

5 Kasım 2010 Cuma

Lady Gaga: Britney Is The Queen Of Pop


Fotoğrafı görünce içimden geldi. Mükemmelik böyle birşey işte!
Ha başlık ne alaka diyenlere bonus track olsun:


Grey's Anatomy: Tv'deki anka kuşu...


Grey's Anatomy gerek kamera önünde gerek kamera arkasında oldukça badire atlattı. Tıp fakültesinden yeni mezun olmuş bir grup genç stajyer'in hayatını anlatan dizi, rekor reytinglere de imza attı, dibe de vurdu. Ve şimdi, 7.sezonunda tüm karakterleri olgunlaşmış, oturmuşken belki de en kötü reytinglerini alıyor oluşu benim için hiçbirşey ifade etmiyor çünkü son 1-2 sezondur Grey's Anatomy ciddi bir klasiğe dönüşme sinyalleri veriyor.

The Walking Dead: Kan döktüm yollarına...


AMC, yeni HBO olma yolunda sağlam adımlar atıyor. Son 4 yıldır Mad Men'le ses getiren kanal şimdi de daha yayınlanmadan 2. sezonunu sipariş edecek kadar güvendiği The Walking Dead ile çıktı karşımıza.

Arkadaş muhabbetleri arasında "bir zombi dizisi" olarak açıklanabilecek The Walking Dead, bir Frank Darabont projesi. Böylesine büyük bir ismin böyle bir dizide ne aradığını açıklamak için ise dizinin pilot bölümüne ve serinin geçmişine biraz bakmak lazım. Kariyerinin önemli adımlarını Stephen King uyarlamalarıyla (The Shawshank Redemption, The Green Mile, The Mist) attığını düşünürsek Darabont aslında Kingvari hikayelere pek uzak değil. Tamam belki onun korku hikayelerini (The Mist harici) pek kullanmıyor ama en azından King'in korkuyla dramayı harmanlama konusundaki başarısına yabancı olmayan bir isim. Üstelik dizi Darabont'un zihninden de çıkmış birşey değil, yine bir uyarlama. The Walking Dead'in uyarlandığı çizgi roman oldukça iyi eleştiriler alan ve sıkı bir hayran kitlesi olan bir seri. Hal böyle olunca Darabont'un odaklanması gereken nokta zombilerden daha çok sıkı bir televizyon draması çekmek oluyor. İşte The Walking Dead'in de başarıya ulaştığı nokta burası.

3 Kasım 2010 Çarşamba

Katy Perry - Firework: Aneam kadın alev aldı lan



 

Katy Perry'i hiç sevmezdim ben. Ki hatun, her erkeğin fantezisi "girl-on-girl action" olayına soundtrack yapıp, "i kissed a girl" diye çıktı ortaya. Çok antipatik geliyordu bana, o viyaklayan domuz gibi sesi filan, ilk albümüyle kaybolsun gitsin diyordum. Sonra daha da beteri geldi, California Gurls. Şarkının boktanlığı bir yana, şaka gibi bir de mavi saçlarla piyasaya çıkmıştı bu sefer. Hay dedim senin mavi saçına...

Battlestar Galactica: Frak Me!


"Amannnn çuvçuvlu uzay dizisini ne izlicem lan, işim mi yok, Star Wars bile sevmem ben" demiştim yıllar önce biri Battlestar Galactica'yı överken. Öncelikle ben LOST'çuydum. Görebileceğiniz en büyük LOSTçulardan hem de. Şimdi son sezonunda sıçtı o da amk, bi boku toparlayamadılar, heç beğenmedim demeyeceğim, hüngür hüngür ağladım lan final bölümünde ve bence harika bir finaldi. Yine de 6.sezonu ben de pek tutmam, Dogen filan gereksiz hareketlerdi çok.

6 yılımızı vermişiz, aylarca beklemişiz, biz öyle 2 günde 1 sezon bitiremiyorduk, hafta hafta izliyorduk. (Bir sezonu biriktirip, arka arkaya izleyenler gözümde kesinlikle Lost hayranı değildir onu da belirteyim!) Çok büyük olaydı yani. Lost bitince bir afalladım ben, hayatımda bağımlılık yapan bir dizi kalmamıştı artık. Twin Peaks, Riget ve Friends biteli yıllar olmuştu, şimdi de Lost. Dedim bir dizi bulmam lazım, Mad Men'e baktım önceleri, harbiden "iyi" bir dizi ama bağımlılık yaratıp duygularımı tavan yaptıracak tarzda değil, onu askıya bıraktım. Bir kaç dizi daha baktım tutmadım, sonra dedim ulan hadi madem millet bu kadar coşuyor şu Battlestar Galactica'ya bir başlayayım ben...

2 Kasım 2010 Salı

Jason Mraz: Mr. A-Z

Dün Bursa'dan dönüyorum, ne laptop var yanımda ne de okuyacak bir materyal. 1,5 saatlik yolculuğu sıkılmadan geçirebilme olasılığım tamamen ipod'uma bağlı. O yolculuktan beri manyaklar gibi Jason Mraz dinliyorum. Zaten dinlerdim, zaten tapardım kendisine. Ama bu sefer bi başka...Yemin ediyorum bi gün bu adamla takılıyor olacağım ha, sonra Thomas Dybdahl ile tanıştırıcam bunları, benim için bi düet filan yaparlar belki... Çok ciddiyim Jason Mraz gün gelecek Emre Ünaylı diye birinin varlığından haberdar olacak, yazıyorum bak buraya, günü gelince Jason'a da gösteririm "bak te o zamanlar yazmıştım" diye...

Bugün saçımı kestirdim ayrıca...Kestirmeyeceğim demiştim biliyorum, neyse ki fazla bişi gitmedi...Az kilo vereyim Thomas Dybdahl'lıktan vazgeçip Mraz olmaya çalışacağım. Başarabilirsem bahsederim.

26 Ekim 2010 Salı

Kompozisyon: Ailenizi tanıtınız...

Ailesiyle olan ilişkiden utanan klasik ergen triplerine girmedim hiç bir zaman. Annemi çok severim ben. Süper bir annedir eyvallah ama onun dışında da muhteşem bir insandır. Babam da öyle. Çok kafa bir heriftir. Hayatım boyunca bana bir kere doğru düzgün karıştıklarını hatırlamam. Yani elbette her aile gibi yeri geldiğinde sözlerini geçirttikleri olmuştur ama öyle şiddetli "hayır"lar almamışımdır hiç bir zaman. Aldıysam da sonradan evet'e dönmüşlerdir. Ben şu anda olduğu gibi büyürken de hep kendi kafasına hareket eden biriydim. Örneğin ikisine de haber vermeden Lise'deki kaydımı TM'den her ailenin en korkulu rüyası sözel'e geçirttiğimde, ikisinin de haberi yoktu bu işten. Bana kendi kendime hareket etme cesaretini aşılamışlardı çünkü. Ayrıca kendi istediğimin ne olduğunu bilme becerisi. Ve en önemlisi beni her zaman dinlemeyi bildiler. Bu önemli ya, benim de ileride çocuğum olunca ben de onu dinlerim abi. Karşındaki yaşı kaç olursa olsun bir birey sonuçta, malzemesini sen koydun diye onun hayatını da sen yiyecek değilsin sonuçta.

Inception: 528491

Ego tavan yapınca herkesin beğendiği şeyleri de beğenmeyen biri olup çıkıyorsunuz. Ama beğenmeme nedeni olarak da hiç bir zaman "millet beğendi çünkü" diyip kesemiyorsunuz çünkü daha mantıklı sebepler sıralayabiliyorsunuz. Bu yüzden ben asla "herkes severse, ben sevmem" biri olmadım. Olduğumu sananlar var, tın!

MindFuck!
Mesela en son beğenmediğim birşey, Inception denilen filmdi. Nolan'ın zekasını bir sinemacı adayı olarak takdir edebiliyorum ama Inception son yılların en abartılan filmlerinden biriydi bana göre. Beni "filmi anlamamakla" suçlayanlar oldu çoğu zaman, he anlamadım yarısını ama anlayanlardan bir adım geride geldiğimden değil, filmi anlamaya çalışmadığım için. Niye? Çünkü o kadar zihin aktivitesini yapacak ve "hadi gel tartışalım, filmin sonunda düştü mü düşmedi mi" diye muhabbet edecek kadar umursamadım hiç bir zaman filmi. Benim bir filmi anlamaya çalışmam için öncelikle umursamam gerekiyor. Inception da bende maalesef bunu uyandıramadı. İlk 20 dakikasında ben çoktan kopmuştum filmden, sonra tüm filmi bir kitabın salt resimlerine bakan insanlar gibi izledim. Hatta belki de bu yüzdendir ilk defa bir sinema salonundan başım ağrımış olarak çıktım. Hans Zimmer imzalı o müzikler arada kaydadeğer 2-3 nota barındırsa da benim için geneli "kafa s.kici" olarak tanımlanabilecek bir işti mesela. 

Hani yine de kapalı değilim filme karşı, çıksın Bluray'i sakin kafayla bir kez daha oturup izlerim. Ama öyle "abawww, yüzyılın sinema olayı olmuş bu" diyeceğimi sanmıyorum. Batman Begins'in The Dark Knight'dan 10 gömlek üstün olduğunu savunan biriyim ben. O yüzden kendimi şaşırtmadım bu Inception konusunda.

O yüzden bana "sen de seviosun aslında ama herkes sevdiği için söylemiyorsun, cool olmaya çalışıyorsun" ayaklarıyla gelmeyin. Herkesin sevdiği bir diğer film olan Avatar'la sinema salonlarında 6 kere buluştum ben! O n'oluo?

Twin Peaks: Plastik kefenler


Başlıktan iyi blog ismi olurmuş aslında :) Yıl ikibinbilmemkaç, digitürk bi kanal açmış Retromax diye, daha ben portakalda vitaminken yayınlanmış dizileri oynatıyor, Dallas filan. Manevi abim diyor ki, "bak o kanalda Twin Peaks diye bir dizi yayınlanacak, bi şans ver, çok beğeneceksin". Normalde kimsenin tavsiyesini sallamam ama adamdan gözüm korkuyor izlemezsem laf eder filan diye, bakıyorum ilk bölümüne, sonra 2-3 bölüm daha izliyorum ama nedenini bilmediğim bir şekilde bırakıyorum diziyi. Aynı sene doğumgünümde ne alakaysa başka bir seçenek yokmuş gibi bi kaç arkadaşa diyorum ki "para toplayın da bana Twin Peaks 1. sezon setini" alın. Evet her doğumgününde ne istediğini fiyatından alınabilecek yerlere kadar belirten bir insanımdır.

Zaman geçiyor ben bu Twin Peaks denilen halta sarıyorum dvd'den, zaten ilk sezon 8 bölüm. İlk sezon bitiyor, ben de ekran karşısında bitiyorum. Zira bak üstünden kaç sene geçmiş, olmuşuz 2010 ben hala Twin Peaks'in ilk sezon finalinin Tv dünyasında yapılan en manyak sezon finali olduğunu düşünüyorum. İşin manyaklığı dizinin 2.sezon dvdleri çıkmadığı için izlenebilecek tek kaynak da Digitürk. Evimizin eğlence kaynağı Digitürk'de 1.sezondan sonra Retromax kanalını kapatmıyor mu!! Neyse 2-3 ay ben böyle bölüm özetleri okuya okuya filan resimsiz roman tadında bitiriyorum diziyi, sonra Digitürk akıllanıyor tekrar veriyor diziyi filan. Ondan sonra başlıyor ben de bir Twin Peaks sevdası. David Lynch denilen adam gözümde ilah filan oluyor. Soundtrack'i hayatımın arka planında devamlı devir daim modunda zaten. Öyle ki annem bir gece hiç unutamayacağım birşey söylüyor bana. Ben yine girmişim Twin Peaks moduna, soundtrack bangır bangır. Annem "noldu?  bişi olmuş, sen Twin Peaks dinleyince hep bişi olmuş demektir" diyor. Eneaam diyorum büyüdüm de annem tarafından tanımlanmaya başladım :P 

25 Ekim 2010 Pazartesi

Paranormal Activity 2: E sıçamadım ama ben!

Alp korkma lan bişi yok fotoda :P
Geçen senenin en ürkütücü filmi Paranormal Activity'i duymayanlar değil bu blogu, bu gezegeni terk etsinler. Bi herifçioğlunun 15.000 dolara çektiği film 194 milyon dolar gişe yaptı ulan! Kimileri gecelerce uyuyamadı kimileri ise bu uyuyamayanları küçümsedi filan. Ben? Filmden değil, filmin sonrasında bıraktığı etkiden tırstım kabul edeyim. Hatta 2 ay boyunca gece hep 03:00de uykumdan uyandım, kendimden şüphe ettim! Ben küçükken tek başıma tuvalete gideceğim zaman annemle konuşa konuşa giderdim. Komik ama ciddiyim. "Şimdi koridorda koşuyorum ben, heh ışığı açtım, siz napıosunuz, tamam tamam girdim tuvalete" diye. Sonra da koştura koştura salona dönerdim. O derece tırsaktım, bunda beni 3 yaşında Freddy Kruger denen allahın cezasıyla tanıştıran ve bana oyun diye "saklambaç"ın en korkunç hali olan "hadi hayaletten gizlenelim" oyununu oynatan kuzenlerimin de etkisi var tabi. En büyük kuzen bildiğin çarşaf girer, biz de ondan saklanırdık. Altıma sıçardım ey okuyucu!

Bu Paranormal de o korkularıma oynadığından benim bünyede baya zor temizlediğim hasarlara yol açtı. Çünkü film korkutucu olmamasına rağmen, gece yatakta tek başıma uyurken "ya arkamı döndüğümde birisi adımı söylerse" diye kendi kendime gaz veriyordum. İlginç bir bilgi ben evde yalnızken hapşurmaktan da korkarım, gaipten bir ses "çok yaşa" diyecek diye. Amk! Bak şu anda resmen tırsmış durumdayım!!! Ben bi de küçükkene hep dua ederdim, önce bi bilgisayarım olsun diye, sonra da "Allahım ne zaman korkmayacağım ya ben Freddy'den, BeetleJuice'dan" diye. Şükür ki ikisi de kabul oldu, ne zaman oldu hatırlamıyorum ama son 10 yıldır bi boktan korkmaz oldum. Hatta ruh çağırma seansına bile katıldım! -o da başka bi yazı konusu olsun-
Beni son 10 yıldır tek korkutan bu film olunca, devam filmine beynimde verdim gazı verdim gazı. Gören ben çektim sanır. Her eleştiriyi okuyorum, millet diyor "ilkinden bile korkunç ve iyi" filan. Aha dedim bu sefer artık İstanbul'dayım ve tek başıma yaşıyorum, akşama iyice bi sıçıcam. 

I whip my hair back and forth...


Saçlarımdan açıcam muhabbeti, etrafımdaki herkes uzadığı yönünde hem fikir. Üstelik kullandığım saç şekillendiricisi 1 sürüşte 1 haftalık banyo yapmamış imajı yarattığı için pasaklı, pis, öeagk filan diyorlar. Şu dünyada saçlarım kadar taktığım birşey yoktur benim. Hep düz bir saçın hayalini kurmuşumdur. Günümüzde erkeklerin saçlarıyla kadınlardan çok uğraştığını düşünürsek benim ergenleşme zamanlarım bu konuda çok acılı geçti. Akranlarım binbir concon modelle gezerlerken ben jöle dışında birşey bilmezdim. Dalgalı saç + Jöle = Felaket. Hep aynada istediğim gibi diker, oha oldu derdim, okula bir giderdim "sokakta böyle mi dolaştım lan" ben dedirtecek kadar saçmasapan olurdu. Diğerlerinin saçları düzdü filan ona yoruyordum, halbuki değilmiş, jöle ıslak bişi amk, düz saçı bile kıvırır. Hayallerimdeki saça ulaşabilmek için o kadar kastım ki, bir saç kesimini 50 liradan açan berberlere bile gittim ulan! Neyse yıllar geçti, saça şekil vermeyi ufak ufak öğrendim bazen saçmaladım. Ama yine de hep duyduğum şey "çok dikmişsin" oldu. Şimdi bakıyorum da o eski fotolara, harbiden çok dikmişim, İstanbul'da adeta bir adet Özgürlük Heykeli gibi geziniyormuşum, breh breh.

Bu aralar yine papazları oynuyorum, son berbere gidişimin üstünden 5 ay filan geçti. Geçen gideyim dedim adam 10 dk beklersin dedi, dedim "sk..ler". Neyse saçıma harbi takığımdır, başka hiçbirşeye takık olmadığım gibi. Saçlarım b*ktan olsun, üstüme altın semer de giydirsen kendimi eşek gibi hissederim.

Bu saç muhabbetini neden yaptım ben? Will Smith'in kızı Willow Smith bir şarkı çıkardı geçenlerde. İsmi "Whip My Hair". Hiç şarkıyı dinleyip saçlarımı savurmak gibi bir hayalim olmadı ama şarkı harbiden ultra catchy birşey. Üstelik bu bacak kadar bokun sesi Rihanna'dan filan iyi he. Ufaktan patlamaya başladı internet alemlerinde bu şarkı, siz de bir kere dinlediniz mi, saça yapışan sakız gibi yer edinecektir bünyede. Aslında böyle veletlere sinir olurum, buna da ilk görüşte kıl kaptım ama şarkıyı dinleyince "benim de kızım böyle şarkı söylese ben de verirdim piyasaya lan" dedim. 


19 Eylül 2010 Pazar

Anne ben Thomas Dybdahl olucam!

Thomas Dybdahl
Tüm sene böyle gezdim ben, anneme, babama, en yakın arkadaşıma dedim hep. Thomas Dybdahl olucam ben. Kim o dediler. Yukarıdaki resmi gösterdim "ne bu be saçı başı birbirine girmiş, dağ adamı gibi" dedi bazıları. Ulan amaç oydu zaten. O dağ adamı modunda nasıl bir karizma var teheyyyyy. Ama benim saç,sakal o kadar gür değil, sorun orada. Okul dönemi de sıkılıp sıkılıp kestiğimden Thomas'ın T'si olamıyordum. Bu yaz 1 ayda baya saldım kendimi. Bırak traş olmayı, kokmadıkça duş filan almıyorum o derece.
Mire
Ama kafamdan da tamamen çıkmış Thomas Dybdahl olma isteği. Bugün dedim Facebook'a yeni fotoğraf lazım. Profile özel fotoğraf çekineceğiz. Giydim Eric Northman t-shirtünü çıktım balkona, arkaplanda Uludağ filan var. Annem de almış 70-300 mm'yi filan. Dışarıdan gören olsa çok fiyakalı bir moda çekimi filan oluyormuş hissine kapılmaz ama utandım işte. Bi 100 poz filan anca çekindim!! Sonra bir ara fotoğraflara bakayım dedim. Amanın!! Thomas Dybdahl'a dönmüşüm ben. Şimdi üstteki fotoğrafla yandaki fotoğrafın saç-sakal bakımından pek de tıpatıp olduğunu söyleyemeyeceğim ben de sizin gibi. Ama ben bu kadar saç sakal uzatmamıştım hiç hayatımda ve an itibariyle Dybdahl'a olabileceğim en yakın tipteyim :) Allahım nasıl mutlu oldum, nasıl mutlu oldum.Çok istiyorum çünkü ben Dybdahl gibi olmak. Çünkü Dybdahl benim Dünya'daki 7 milyar insan arasında en çok tanışmak istediğim ilk 3 kişi arasında. Hayatım bir müzikalse, Thomas Dybdahl'a o kadar çok tribute bölümü çekiyoruz ki aklınız şaşar. Biraz daha uzatıp, şekil verirsem Dybdahl Jr. olacağım bir gün ve bir gün New York şehri Dybdahl için dans edecek. :) Yippi

17 Eylül 2010 Cuma

Vampire Weekend - Contra


Amerikan punk-rock müziğine feci kılımdır. Hatta bu tarz müzik yapanların hepsine toptan "American-Pie Rock'ı" derim, burun kıvırırım. Vampire Weekend'i de haklarında açılan davaya kadar ben böyle bir grup sanıyordum efendim. Araştırmazsan böyle oluyor işte. O Amerikan Pastası gruplarıyla alakaları yokmuş. İsimlerini epeydir duyuyordum bu grubun aslında ama popüler olan bana yaklaşmasın mantığında geri çevirip duruyordum Spotify'da gelen shuffle hadiselerini. Geçtiğimiz hafta Hurts'ün verdiği gazla dur dedim piyasada alternatif sularda gezinen kimler var. Hatta şöyle bir "yılın en iyi albümleri" listelerine göz attım. Maksat kulağa, blog'a malzeme çıksın.

10 Eylül 2010 Cuma

Blake Lewis - Heartbreak On Vinyl

Her albümü övüyorum, hepsine "en"li sıfatlar diziyorum filan ama normaldir, bu blog'a sadece favori müziklerimi koyuyorum. Blake Lewis, amerikanın popstar'ı American Idol'da Jordin Sparks'la finale kalıp, 2. olmuş bir eleman.

Lewis'in ilk albümü A.D.D. öyle suratına bakılacak bir albüm değildi benim açımdan. Lewis'in ünlü olduğu Beatboxing'den geçilmeyen, sıradan R&B / Pop melodileriyle unutulmaya yüz tutması kaçınılmazdı. Lewis'in ikinci albümü ise kendi kulvarında bir başyapıt! Zira bu sefer Lewis, tıpkı blog'un bir başka "favorisi" Mandy Moore - Amanda Leigh örneğindeki gibi ipleri kendi eline almış durumda. Plak şirketinin onu klasik kesim bir R&B sanatçısına hatta daha da abartılı olarak yeni bir Justin Timberlake'e döndürmeye çalışmasını kabullenmeyip, kendi bildiğini okumaya başladığında gerçek kimliğini kazanıyor.

Janelle Monae - The ArchAndroid



The Most Critically Acclaimed Album Of 2010, According To Metacritic.

Metacritic nedir? US çapında yazılı basında çıkan eleştirileri toplayan ve bu eleştiriler üzerinden puanlama sistemi yapan bir site. Janalle Monae'nin The ArchAndroid albümü bu sitedeki eleştirilere göre 2010'un en iyi 3. albümü. Ama listedeki ilk 2 albüm 1970li yıllara ait oldukları için (tekrar basımları söz konusuymuş) gönül rahatlığıyla en iyi albümü diyebiliriz.

Peki Janelle Monae kimdir? 1 Aralık 1985, Kansas City doğumlu hanım kızımız aslında 2007 yılından beri ufaktan ufağa piyasaya girme çabaları içinde. 2007'in ortalarında piyasaya sunduğu Metropolis: Suite I (The Chase) EP'sini 2008'de P.Diddy'nin kendisini keşfetmesi ve onun plak şirketine kaydolmasıyla Metropolis: The Chase Suite (Special Edition) olarak tekrar piyasaya sürdü ve bir EP için oldukça büyük ses getirdi. Daha ilerlemeden önce P.Diddy isminin Janelle Monae'nin müziğinde neredeyse hiç etkisi olmadığını söyleyelim, Monae'den klasik R&B ezgileri bekleyenleri şimdiden uyaralım: Monae R&B dışında her türlü müziği yapıyor! :)

Mandy Moore - Amanda Leigh


Çıktığı andan itibaren yaptığı müzik yüzünden Britney Spears, Christina Aguilera hatta pop dünyasının en işe yaramaz sarışını Jessica Simpson'la karşılaştırılan ve her daim bu 3 ismin arkasında tutulan Mandy Moore şükür ki artık kendini teenage-pop akımıyla kandırmaya çalışmayan bir isim. Bu akımdaki ilk albümlerinde bile yeni birşeyler denemeye çalışan Moore, 2003 yılında çıkardığı ve tamamı coverlardan oluşan Coverage albümüyle müziğinde ciddi bir revizyona gittiğinin sinyallerini vermişti. Arkasından herkesi şaşırtan ama ticari anlamda pek aradığını bulamayan bir "Wild Hope" albümü geldi. Ve geçtiğimiz yıl Moore'un adeta kendini bulduğu Amanda Leigh albümü çıkageldi.

Amanda Leigh, Moore'un en olgun işi. Asla bir pop albümü olarak değerlendirilmemesi gerekiyor. Daha çok akustik enstrumanların cirit attığı, folk'u pop'la harmanlayan bir tarzı var. Moore, Wild Hope ile artık ondan istenen müziği değil kendi istediği müziği yapmak istediğini söyleyip duruyordu, Amanda Leigh işte tam da bunun göstergesi. Moore kendi kafasına göre takıldığında ortaya "gerçekçi" notalar çıkmış. Gitarların, piyanoların çılgın attığı, Moore'un yeri geldiğinde neredeyse bir ninni tarzında dingin olduğu, yeri geldiğinde kahkahalarla gülecek kadar çoştuğu ama sonuç olarak herşeyiyle bir bütün olan ve tek bir şarkısının bile falso vermediği kayıt, benim için 2009'un hatta yemişim 2009'u tüm zamanların en iyi albümlerinden biri.

9 Eylül 2010 Perşembe

Hurts - Happiness



Hurts'ün debut albümü Happiness öyle bir albüm ki, keşfedeli 3 gün olmasına rağmen benden "yılın en iyi albümü" sıfatını aldı. Öyle bir albüm ki, yatıp kalkıp onu dinliyorum. Öyle bir albüm ki, arabada çaldığım her yabancı şarkının sesini ille bir noktada kısan babam bile cd'nin daha ilk dakikalarında "müzik ne güzel" diyip tüm CD'yi bangır bangır çalma fırsatı verdi.

7 Eylül 2010 Salı

Mike Posner - 31 Minutes To Takeoff



Eğer popüler müzik çalan radyoları dinliyorsanız (bilhassa Amerikan kökenli) Mike Posner'ın "Cooler Than Me" şarkısını en az 1-2 kez duymuşsunuzdur. Amerika listelerinin yeni gözdesi Posner'ın debutu 31 Minutes To Takeoff, kesinlikle Cooler Than Me'den çok daha fazlasını vaadeden bir synthpop albümü.

 
Albüm belki çok taze değil veya asla bir klasik olamayacak, ama Posner için iyi bir başlangıç. 80leri Synthesizer'larını 90ların iç karartan (en azından benim için) R&B notalarıyla buluşturan, aslında bu zamanın çok öncesinde kalmış bir albüm bu. Belki de bu yüzden dinlemesi bu kadar zevkli. Posner'ın melodileri aktıkça 90ların o özlediğiniz, sıkılmadığınız köşelerine kaçış yapmanızı sağlıyor. Ama yine de bir şekilde aynı zamanda kendini 2000lere ait de hissettiriyor.

6 Eylül 2010 Pazartesi

The Greatest Ears In Town...


Geçen senenin film festivalinde bir belgesel vardı.
. Film, Grammy ödüllü Türk prodüktör Arif Mardin'in hayat hikayesini, bugüne kadar başardıklarını, yarattıklarını Aretha Franklin, Bette Midler gibi efsanelerin dilinden anlatıyordu. Film bittiğinde Mardin'e olan saygımın yanı sıra filmde müjdesi verilen "son albüm" All My Friends Are Here için de deli bir heyecan taşıyordum. Öyle ki film çıkışında albümün henüz piyasaya sürülmediğini, en az 3-4 ay sonra çıkacağını öğrendiğimde asla unutamayacağım bir "kursakta kalma" deneyimi yaşamıştım.


5 Eylül 2010 Pazar

Renkörü

Ben renk körü olduğumu bildiğim halde annem "hayır sen sadece renkleri bilmiyorsun" der. Bir bakıma doğru aslında, benim hiç renkleri öğreten bir oyuncağım filan olmadı küçükken. Haliyle öğrenememiş olabilirim. Buna artı olarak testlerle onaylanmış bir renk körlüğüm de var. Hoş, günlük hayatta kırmızı ve yeşili karıştırdığım bir anım olduğunu hatırlamıyorum ama bu teste çok tabi tutulduğumu biliyorum. Ne zaman renk körü olduğumu belirtsem, karşımdaki insan sorar "bu ne renk?". Sorduklarının da ne kırmızıyla ne yeşille alakası vardır orası apayrı bir saçmalık. Bir de miyopluk var ben de. (Buna rağmen olabildiğince en ufak font boyunu kullanırım her zaman!) Bu gözlerle nasıl sinema & tv camiasına atılacağımı merak etmekteyim. O olmadı Grafik Tasarım vs. düşünen biriydim bir de!