10 Haziran 2011 Cuma

Çamur, MAS, Mezuniyet, Hayat filan...

En son vedalarda iyiyimdir demişim ya. Asıl iyi olduğum yeni başlangıçlardır. Sonlandırdığım şeylere çok güzel spin-off yaparım. Hayat koca bir dizi gibi bana göre evet. Şimdi çok kısa özetlemek gerekirse, Beykent Üniversitesi'nden mezun oldum ben ya 5 senenin arkasından, büyük bir boşluğa düşmem gerekiyordu. Çok şükür düşmedim. Karşıma müthiş bir fırsat çıktı çünkü. MAS!! Miami Ad School!! Başka bir yola giriyorum ey okucuyu, yola ilk adımımı attığım andan itibaren de çok değişecek buralar, her şeyden haberdar edeceğim sizi. Ama şimdilik başka bir şeyden bahsedeyim. Şimdi Miami Ad School'un her şubesinde bir köpek olmak zorunda diye bir kural varmış. İstanbul şubesinin de köpeği Çamur diye feci sevimli, sevgi köpüğü bişi. Daha ilk tanışmamızda yapıştı la, yok böyle bir hayvan. Bugün de güzel bişi oldu, ben bu köpeği yaklaşık 45 saniye gezdirdim Asmalımescit'de. Lan çok mutluydum o anda var ya anlatamam.

Şimdi ben paso hayvanlarla büyümüş biri olmama rağmen beslediğimiz hayvanlar hep ev kedisiydi. Tasma takıp gezdiremiyorsun yani sokakta. Feci kıl bişi. O kadar süper bi insansın, hayvan besliyorsun, onu kardeşin gibi seviyorsun filan ama sokağa çıkınca kimse bunu göremiyor. O yüzden ben hep bi' köpek isterdim. Dışarı çıkarıp gezdireyim diye. Ama bunun sebebi öyle havasından mavasından değil. Sevdiğim hayvanla sadece 4 duvar arasında zaman geçirmek istemem çünkü. Çıkalım, yürüyelim, koşalım, oynayalım. Dışarıdaki hayatın da bir parçası olsun isterim. Bugün de MAS'ın köpeği Çamur'la öyle 45 saniye de olsa yürüyünce amaaaaaaan bir uçtum ben.

Büyük hayallerimden biridir. Uygun bir eve çıkayım, anında köpek alacağım. Kedilerden baydım çünkü. Nankörlüğünü filan görmedim şimdi hiç bi' kedinin ama günde 21 saat uyuyan bir hayvan tatmin etmiyor beni abi. Oyuncu bi hayvan da değil. Tek yapabileceğin şey, eline aldığın iple 4 dakika evin içinde koşturmaca. Sonra zaten o da yoruluyor, sen de. Ama köpek öyle mi? Paso ilgi alaka istiyor, seni çok seviyor, sevdiğini belli ediyor filan. Tam benim ihtiyacım olan şey.

Şimdi MAS'a başlarken bir çok hayalimin gerçekleşeceğine dair büyük inançlarım var. Çok büyük inançlar hem de. Hani bekliyorum yıllardır, kendimi ait hissedebileceğim bir yerlere gideyim, etrafında rahat hissedebileceğim insanlarla yaratıcı bir şeyler yapayım diye. Hepsi oluyor yavaş yavaş sanki.

Çok dağınık oldu farkındayım, bi süre daha böyle dağınık kalacağım, sonra toparlanırız nasılsa. Diyeceğim o ki, hayallerimin gerçeğe dönme vakti geldi sanki. Başarılı bir hayattan, basit bir köpek isteğine kadar her şeyin gerçekleşebileceği bir yerlere yürüyorum ben, gelin arkamdan.

1 Haziran 2011 Çarşamba

Vedalarda iyiyimdir...

Bugün 5 yılın arkasından üniversite hayatım sona erdi. Evet hala önümüzde bir mezuniyet balosu ve kep töreni var ama okul bitti işte. Son kez girdik sınıflara filan, mezuniyet projelerimizi teker teker izlettik. Son kez beraber otobüse bindik. Dramatik şeyler tabi.

Vedalarda iyiyimdir. Çok dramatikleştiririm olayı. İleride yapacağım projelerde ayrılık sahnelerinde iyi ağlatacağım izleyiciyi. Bak eve geldim şimdi, bi şarkılar bi şarkılar...Mazhar Alanson "benim hala umudum var, güzel günler bizi bekler..." filan diyor. Mor ve Ötesi "gördüm, gördüm, büyük düşler gördüm" diyor. Şebnem Ferah, Hoşçakal şarkısıyla koydu filan.

Sevmiyordum ben aslında okulu, hatta içindeki insanları da sevdiğimi sanmıyordum çoğu zaman. Ama bugün anladım ki, ne yaşanırsa yaşansın, sırf hayatıma girdikleri ve kimileri 5 sene boyunca yanımda oldukları için koydu. Gelecek korkusu filan değil ha tamamen alışkanlıklardan kurtulamama durumu bu hüznün sebebi. Alışkanlıklarımı zor bırakırım. Sigarayı da bırakamadım mesela hala. O yüzden sanırım bu. Neyse ki, önümde kafamı dağıtabileceğim işler var. İyi ki varlar. İyi ki bu 5 sene de vardı.

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Fransız Yeni Dalga...derken aslında hani.

Yazasım geldi yazıyorum. Şu sıralar hayatımın başlangıç noktasındayım. Mezun filan oluyorum. Kalıcam ortada gibi geliyor. Bu da beni hayatım konusunda düşünmeye sevk ediyor Geçen mesela ciddi ciddi kiminle evlensem diye düşündüm. Sonra fark ettim ki, ben gidip Asyalı bi kızı alıcam gibi duruyor. Japon gelin. Çok çekici geliyorlar bana. Böyle bi sevimliler, hep mutlu gibiler filan. He bi de Asya mutfağına hastayım ben, mesela son 3 gündür sushi'sidir noodle'ıdır devamlı bir asyadan besleniyorum. Evde sushi yapsın, noodle yapsın, "hihihi" diye gülsün filan. Esmer olsun hea bi de, sarışın asyalı çekilmez. Çakma durur.

Başlık Fransız Yeni Dalga'ydı dimi. Fransızca da çok öğrenmek istiyorum. Bak bi de İtalyan Sinemasına tavım şu sıralar. Hiç birini bağlayamadım lan, noldu böyle?! Hayatımda şu sıralar böyle, bir ucu diğerine bağlayamıyorum anasını satayım.

1 Mayıs 2011 Pazar

The Killing: Yeni Nesil Twin Peaks


Game Of Thrones yazısında kablolu kanalların ataklarından bahsetmiştim. AMC'nin yeni projesi The Killing de bunlardan biri. Forbrydelsen adlı bir Danimarka dizisinin yeniden çevirimi olan The Killing şu sıralar ilk sezonunu yarılamış durumda. "Who Killed Rosie Larsen" tagline'ıyla tek bir cinayet üstüne yoğunlaşan dizi, içerdiği bir çok öğe ile (en başta o meşhur "Who killed Laura Palmer?" tagline'ı) 90ların kült dizisi ve yeni nesil drama televizyonculuğunun atası Twin Peaks'in kopyası gibi duruyor.

Twin Peaks, 90ların başında kısa süren yolculuğuna rağmen etkisini şu anda bile televizyonlarda görebileceğiniz bir yapım. En basidinden bundan 20 yıl önce David Lynch ve Mark Frost ikilisi bu diziyi yapmasalar ekranlarınızdan ne The X-Files geçmiş olurdu ne de Lost. Televizyonda drama yapmanın kurallarını tamamen değiştiren ve işin içine artık her dizinin vazgeçilmez unsuru olan "merak ve gizem" öğelerini katan Peaks'in etkisinin en çok görüldüğü dizi ise The Killing. İki dizide de bir lise öğrencisi vahşi şekilde öldürülüyor ve olayı araştıran polisler her ipucuyla çok daha büyük sırlar keşfedip, ne kurbanın ne de çevresindekilerin aslında göründükleri gibi olmadıklarını keşfediyorlardı. Twin Peaks bu olayın cılkını çıkararak 50.000 nufuslu kasabada zan altında kalmayan, kirli çamaşırı olmayan bir karakter bile bırakmamıştı. The Killing de aynı yola başvuruyor gibi. Böylesine masum gözüken bir kurbanın ölümünde herkes suçlu olabilir çünkü! Kurbanın kendisi bile! Twin Peaks'in normal seyirciyi ekran başına kilitlemesinin nedeni bu gizemiken, onu 20 yıl sonra bile üstüne festivaller düzenlenecek kadar kült seviyesine çıkaran şey ise tamamen başka şeylerdi. Kasabada yaşanan olaylar, etrafındaki coğrafyanın içine sinmiş, Peaks'in sınırındaki ormanlardan yükselen sesler, ışıklar, sessizlikler müthiş bir atmosfer yaratarak, bugün bile hala televizyonda çok fazla görmeye alışık olmadığımız bir evren yaratmıştı. Dizide 90ların yüzü Laura Palmer'ı kimin öldürdüğü giderek önem kaybetmeye başlamış, aklı başındaki seyirciler David Lynch'in hastalıklı kafasından çıkan fikirlerle televizyonun nasıl bir değişime uğradığını seyreder olmuştu.

Kuzeye aitmiş gibi gözüken bu atmosfer, Amerikan televizyonlarına ilk defa uğruyordu çünkü. Günümüzde artık eleştirmenler bu tarz dizilere "Nordic-Noir" ismini bile takmış durumdalar. Ve ciddi olarak kuzey bu konuda imkanını çok iyi kullanıyor. Hal böyle olunca Forbrydelsen'in Twin Peaks'le aynı etkileri taşıyor olması şaşırtıcı bir şey değil elbette. Üstelik zamanında TP'nin Danimarka'da çok ünlü olduğunu, hatta Lars Von Trier'in bu diziden etkilenerek kendi ülkesinde Riget adlı bir yapıma imza attığını da unutmamak gerek. The Killing de bir uyarlama olmasına rağmen aslında o havayı yakalaması açısından gerçekten başarılı. Seattle'da geçen dizinin çekimleri aslında Vancouver, Kanada'da yapılıyor. Kanada'nın o soğuk ve karanlık iklimi dizinin en büyük şanslarından biri. Her daim yağmur, her daim kara bulutlar. The Killing'in müzikleri ve ses kurgusu da aynı tatta. Angelo Badalamenti'nin Twin Peaks'e yaptığı tekinsiz müzikler ve arka planda devamlı duyulan sis düdükleri burada da oldukça çok karşımıza çıkıyor. Hoş The Killing'in aksine Twin Peaks'de her bölümün sonunda seyirciyi gaza getirmek için verilen vurucu davul ritimleri yoktu.. Dizinin başrolündeki isimler de klasik Amerikan tiplerinden çok uzak. Texas doğumlu Mireille Enos kızıl saçları ve beyaz teniyle aslında tipik bir kuzeyli tipi taşıyor. Yanındaki salaş görünümlü Joel Kinnaman da öyle. Üstelik bu oyuncular sırf dış görünüşleriyle değil, oyunculuk kabiliyetleriyle de Amerikan dizilerinde görmeye alışık olduğumuz klasik polis kalıplarını yıkayacak düzeydeler. Sanırım dizinin The Wire'a benzetilen noktalarından biri bu. Polis karakterler kesinlikle karikatür değil ve bu diziye daha ciddi bir hava atıyor. Kurbanın annesi rolündeki Michelle Forbes ise kariyerinin en iyi rolünü oynuyor olabilir. Sessiz sakin acılı anne Mitch de kuzeyin soğukluğundan nasibini almış gibi duran bir karakter ve Forbes'un donuk surat ifadeleri bu role cuk oturuyor.

Ama The Killing'in en önemli özelliği izleyici elinde tutacağı gizem ve olay öyküse odaklandığı kadar yönetmenlik, atmosfer, kısacası bir diziyi dizi yapan etkenlere de aynı titizlikle yaklaşması. Dediğim gibi bu tarz dizileri her bölümde ayrı bir dava çözen CSI benzeri polisiyelerden ayırabilecek şey atmosfer ve dizinin anlatım tarzı. Olayı bir bölüme değil sezonun tamamına yayarak akıllılık ediyor. Bu yönden hem Twin Peaks hem de yine 90ların ortasında yayınlanmış pek bilinmeyen Murder One dizisine benziyor. Üstelik bir network dizisine kıyasla oldukça yavaş akıyor. Elindeki malzemeyi bir kere de harcamıyor. Ve de bazen izlemesi gerçekten acı veriyor.

The Killing'in belki tek sorunu şu anda pek de işe yaramayan gibi gözüken politik hikayeleri. Dizinin yavaş olan temposunu iyice sekteye uğrattığı gibi, o konuda yaptıkları hiç bir şey insanı şaşırtmıyor. Üstelik bu olayı bağlayabilecekleri tek yer var gibi gözüküyor şimdilik ve o daha da iç bayıcı. Lütfen zengin ve güçlünün ağına düşmüş, masum gibi gözüken ama aslında içinde ne fırtınalar kopan bir genç kız olayına bağlanmasın Rosie Larsen'in hikayesi. Çünkü biz 20 yıl önce de olsa o hikayenin alasını gördük.

30 Nisan 2011 Cumartesi

Game Of Thrones: Kış geliyor

Son yıllarda kablolu tv iyiden iyiye atağa geçmiş durumda. HBO'nun elindeki efsaneler (Six Feet Under, The Sopranos, Sex and The City, The Wire, Big Love ve de son sezonuna girecek olan Entourage) birer birer bitmeye başladığında diğer kablolu kanallar aniden yeni HBO olmak için atağa geçtiler. Showtime güçlü kadın oyuncularla iyi bir "karakomedi" kuşağı oluşturmuş durumda. AMC ödül manyağı Mad Men ve Breaking Bad ile girdiği oyuna The Killing, The Walking Dead gibi işlerle devam ediyor. Starz ise haspelkader bir Spartacus hiti yaratmayı başardı. HBO'nun elinde ise beklendiği kadar ses getirmeyen bir Treme ve tek başına yeterli olmayan bir True Blood kaldı. Ama işler değişmek üzere, HBO küllerinden doğarak tahtı geri almaya başladı. Önce Martin Scorsese imzalı Boardwalk Empire ile zamanında red ettiği Mad Men'e karşı savaş açtı. Şimdi ise daha epik bir iş ile yeniden doğumunu iyiden iyiye müjdelemiş durumda. Game Of Thrones!

Seksin, şiddetin ve küfürün sınırı olmadığı kablolu kanal dizilerinde bazen bir işin tutması için sadece edepsiz (Spartacus'ün pazarlama stratejisi tamamen bunun üzerine kurulu, televizyonların en cesur dizisi olarak lanse ediliyor ve bu cesurluk mevzusu salt cinsellik için geçerli.) bazen de sadece şiddet pornosuna dönüşmesi gerekiyor (The Walking Dead bu konuda bir ara oldukça abartmıştı). Eskiden kablolu diziler belli bir entellektüel kitleye hitap ederken artık iyiden iyiye "normal tvde göremeyeceğiniz her şey" (sarkan bağırsaklar, cinsel uzuvlar, bolca küfür) sloganına odaklanmış durumdalar. Tamam HBO'nun Sex and The City'sinde de cinsellik tavan yapmış durumdaydı ama bu en azından gerekli bir cinsellikti (dizinin adı üstünde sonuçta!) ve estetik bir yönü vardı. Ya da True Blood'da da oldukça çiğ bir şiddet var. Ama bunların hepsi diziye hizmet eden unsurlar, diziyi oluşturan değil! Kısacası oyun, nasıl oynamaları gerektiğini bilmeyen bir grup yeni yetme tarafından bozulmak üzereydi. Derken oyunu kurtaran yine HBO olacak gibi duruyor.

Game Of Thrones, George R. R. Martin'in 7 kitap olması planlanan "A Song of Ice and Fire" serisinden uyarlanmış bir dizi. Konusunu özetlemeye çalışmak dizinin çok yönlü ve katmanlı hikayesine haksızlık olur ama "demir bir taht için ne güneşler batıyor yarab" havasında alternatif bir coğrafyada yapılan entrika ve taht kavgalarının hikayenin önemli bir parçasını oluşturduğunu söylesek başlamadan almanız gereken minimum bilgiyi karşılar gibi duruyor. Başrollerini her yerden tanıyabileceğiniz ama en sonunda "The Lord Of The Rings serisinin Boromir'i" olarak anacağınız Sean Bean, Mark Addy, Nikolaj Coster-Waldau, Michelle Fairley, Lena Headey gibi isimlerin paylaştığı dizi, 3 farklı coğrafyada oldukça geniş bir kadroyla oldukça fazla öykü içeriyor. Her karakterin bakış açısını aynı başarıyla yansıtmasıyla beğeni toplayan romanların, diziye aktarımında hiç bir değişiklik yapılmaması ve kitaba birebir sadık kalınması en çok takdir edilen yönlerinden biri. Gerçekten de dizide o kadar çok karakter ve bu karakterler arasında o kadar fazla bağ var ki, ilk bölümün hem hikayeye girip hem de bu karakterlerin hepsini aynı ağırlıkla tanıtmaya çalışması ve bunu hiç bocalamadan başarması büyük bir olay. Game Of Thrones, ilk bölümünde hem size -şimdilik- gereken bilgileri iyi veriyor hem de dramatik çatısını kurup, ilk bölüm finalinde olan biten her şeyi önemseyip, ikinci bölüm için sabırsızlanmanızı sağlıyor. Ve bunu bir kablolu dizisi olduğu için başarıyor. Ama çıplaklık veya şiddet kullanımıyla değil. Bir bölüm 55 dakika sürebildiği, bütçenin tavan yapabildiği, senaryo normal bir televizyon seyircisi yerine seçkin bir azınlığın entelektüel birikimine göre yazılmış olduğu için. Eğer bu bir "network" dizisi olsaydı ilk iki bölümde izlediğimiz olayları bırakın ilk 10 bölümde izlemeyi, böyle bir diziyi prodükte edip yayına sokacak bir network olmadığı için olan biteni sadece R.R. Martin'in kitaplarından öğrenebilirdik. 

İyi olanının bir sinema ürünü kalitesine yaklaştığı kablolu kanal yapımları içinde Game Of Thrones daha önce Rome ve Spartacus ile denenmiş dönem dizileri arasında en sükse yapacak iş gibi duruyor. Belki sektörel ödüllerden sırf türü yüzünden pek yüz bulamayacak ama seyirci diziye gerçek ödülü reytinglerde, kanal ise ilk bölümün ertesi gününde ikinci sezonu sipariş ederek verdi bile. Ve işin ilginci kitabı okuyanlar ilk 2 bölümü sevenlere bu olanların devede kulak kaldığını, işlerin giderek kızaşacağını ve her şeyin daha da lezzetli bir hale geleceğini söylüyorlar. Hissediyorum. Game Of Thrones'a tapmamıza az kaldı.

THOR: İngiliz Beyfendisinden Süper Kahraman Filmi

Sam Raimi sağolsun Spider Man 2'den beri çizgi roman uyarlamalarının havası değişti, bir ciddiyet geldi. Gerçi hala Jon Favreau ve Michael Bay gibi adamlar sinemanın bu türünü baltalamaya devam ediyorlar (Iron Man iyi bir filmdi, ama Iron Man 2 bariz kötü bir film olduğu gibi, yapması gereken en kolay şeyi, seyirciyi eğlendirmeyi bile başaramıyordu. Daredevil'a ise hiç girmeyelim, teenage dönemlerimim favorisi olmasına rağmen neresinden tutarsanız tutun elde kalan bir film. Transformers'ları ciddiye alıp yorum bile yapmayacağım) ama en azından artık çizgi roman uyarlamalarına "gişesi garanti çıtır çerez blockbuster"lar gözüyle bakılmıyor. Ciddi bir uğraş, kaliteli senaryo ve hikayelerle çıkıyorlar karşımıza. Yeni gösterime giren THOR'da bunun örneklerinden biri.

Filme 0 bilgi, beklenti ile gittim. Tek düşüncem Natalie Portman'ın bu filmde oynamaktan büyük ihtimalle pişman olduğu ve başroldeki Chris Hemsworth'un ciddi anlamda kalas olduğuydu. Ama film beni şaşırttı. THOR öncelikle iyi yönetilmiş bir film. 3D'yi gözünüze bir şey sokmak için değil daha çok alan derinliği katmak için kullanıyor. Hal böyle olunca filmin samimiyeti artıyor. 3D'nin sırf maddi gelir için yapılmadığını anlıyorsunuz çünkü. 3D sayesinde Asgard'ın müthiş atmosferine derinden dalıyor, yönetmenin kadraj ve kamera hareketlerine, efekt ekibinin yaptığı şahane tasarımlara hayranlıkla bakıyorsunuz. Asgard ile Dünya arasında yapılan tüm yolculuklar baş döndürücü bir güzellikte yansıtılmış ekrana. Film bir efekt çorbası değil ve ilginçtir bu tür filmlerin aksine burada neye baktığınızı çok da iyi anlıyorsunuz. Hızlı bir kurgusu olmasına rağmen yönetmenlik o kadar ustaca ki, hiç bir kare boşa gitmiyor. Yönetmen Kenneth Branagh gayet estetik ama bir o kadar hızlı ve şatafatlı hareketlerle bilhassa Asgard'da imkanlarını sonuna kadar kullanıyor.

THOR'un bir diğer güçlü olduğu nokta oyunculukları. Dışarıdan cidden kalasa benzeyen Chris Hemsworth hakkında tek rahatsız edici şey Türk seyirciler için "Kıvanç Tatlıtuğ"a acayip derece de benzemesi.  Bunun dışında Hemsworth şaşırtıcı derecede iyi oynuyor. Karakterin her türlü halini çok iyi ve içten yansıtabildiği gibi, alemin en güçlü adamından, "sempatik ve komik" adama kolaylıkla dönüşebiliyor. THOR için daha mükemmel bir seçim olamazmış. Her sahnesinde, her haliyle inandırıcı. Natalie Portman ise klasik "main girl"lerin aksine bir ağırlığı, duruşu olan Jane karakteriyle gayet iyi. Black Swan'la aldığı Oscar sonrası böyle bir süper kahraman filminde oynaması kimilerine göre garip gözükebilecek olsa da, Portman'ın kariyerine baktığımızda rol o kadar da sırıtmıyor. Üstelik filmin Oscar öncesi çekilmiş olduğu da önemli bir detay. Ama Portman'ın rolü neden kabul ettiği aşikar. Hulk veya Iron Man gibi filmlerin aksine Jane karakteri burada gerçekten sevilebilecek bir karakter. Hikaye içinde de önemli bir yere sahip ve en basidinden "süper kahraman" olmadan da yaşamına devam eden biri.

Filmin çuvalladığı yerler de var elbette, kötü karakterin çok bariz nedenlerle kötü olması ve biraz klişe kokması, ayrıca çok zayıf çizilmiş ve adeta birer karikatür olan yan karakterler gibi. Ama bu hem biraz filmin süresinden hem de filmin dayandığı çizgi romandan kaynaklandığı için pek de şikayet etmemek gerek. Çünkü THOR vaad ettiği eğlence ve efekt bombardımanı sonuna kadar sunarken bir yandan da iyi bir film olmayı becerebildiği için her halükarda sınıfı geçiyor.

80/100

26 Nisan 2011 Salı

Twin Peaks, David Lynch, Angelo Badalamenti ve kendi kendime yarattığım o mutluluk anları....


DavidLynch.com bir süredir Lynch alemine ait daha önce hiç bir yerde yayınlanmamış müzikleri satar oldu. Bunlardan en heyecanlandıranı Angelo Badalamenti denilen dünya dışı varlığın bestelediği Twin Peaks melodileri tabiki de. Daha önce yazmıştım tekrarlamalıyım çünkü şu anda öyle bir ruh hali içindeyim. Twin Peaks benim bu dünyada en zevk alarak izlediğim, yaşadığım, düşündüğüm, hayal ettiğim şeylerden biridir. Diziyi hiç bitirmedim, son 5 bölümü asla izlemedim ve uzun bir süre de izlemeyi düşünmüyorum. Çünkü 90ların başında sona ermiş bu hikayeyi ben hayatımdan çıkarmaya, sonlandırmaya hiç hazır değilim. Yıllar geçmesine rağmen ve ben diziye bu kadar bağlanmışken elimde hala hiç izlemediğim, görmediğim Twin Peaks materyalleri olması bana sapıkça bir haz veriyor çünkü. Çok farklı bir his bu. Diziyi sevmem için bitmesi gerekmiyor, 90 dakikalık pilotunun her karesi ona aşık olmama yetiyor çünkü.

Badalamenti bu hafta diziden en sevdiğim müzik olan Love Theme From Twin Peaks'in 2 farklı versiyonunu yayınlamış. Daha böyle bir şeyin varlığını öğrendiğim andan itibaren değişti modum. Bu melodiler müzik tarihinin gelmiş geçmiş en karanlık ama bir yandan da müthiş naif, kırılgan olan melodilerinden biri çünkü. Beni asla tarif edemeyeceğim, tarif etmeye çalışmayacağım duygulara boğuyor. Bir "love theme"in bu kadar karanlık, üzgün, gecenin karanlığında Twin Peaks ormanlarında dolaşan kayıp masum ruhların çığlıklarını yansıtmasının hiç alışagelmiş bir şey olmamasından mı yoksa basitçe "iyi bir müzik" olmasından dolayı mı bilmiyorum. Ama bu müzik, beni o kadar sarıyor ki her dinlediğimde. Tamamen modumu değiştirip, ruhumu ele geçiriyor. Aklıma, beynime, kalbime, duygularıma işliyor. Beni tamamen koparıyor bu alemlerden. Ve genellikle üzüyor, depresyona sokuyor. Ama bu öyle bir ruh hali ki, o depresyon, karamsarlık bile içimde başka hiç bir şeyde yakalayamadığım bir mutluluğa dönüşüyor. Bu yüzden bu gibi anları yaşadığım ve onların bilincinde olduğum için daha da anlam kazanıyor her seferinde. Şu anda da öyle bir ruh halindeyim. Daha ilk notadan tekilamı koyup, sigaramı yakıp 4 dakika boyunca bambaşka alemlere daldım. Twin Peaks ve Badalamenti'nin müziklerinin bana yaptığı şeylere bayılıyor, hayran kalıyorum. Derdim, düşüncem ne olursa olsun sanki her şey o müziğin süresi boyunca duruyor ve ben hayattan, kendimden, her şeyden bir mola alıyorum.

Badalamenti her vuruşunda bana başka kimsenin farkına varamadığından emin olduğum şeyleri yaşatıyor, hissettiriyor. Ve ben her seferinde bu farkındalık yüzünden kendimle gurur duyuyorum. Kendi kendime yarattığım bu mutluluk, hüzün anları her seferinde kendimi sevmemi sağlıyor. Badalamenti ve Lynch bir gün -burada değilse başka bir yerde- sizi bulup, bana yaşattığınız her şey için size teşekkür edeceğim. Ciddiyim, beni her seferinde bir adım ileri taşıyorsunuz.

30 Mart 2011 Çarşamba

Britney Spears: Gitti, geri gelmez artık.

Her gün sevmediğiniz bir iş yaptığınızı düşünün. Ve herkesin gözünün sizin üstünüzde olduğunu. Evinizde bile rahat yok, Big Brother mantiletesinde illa gözetleniyorsunuz. Nereye giderseniz sayıları baş edilmeyecek kadar çok eli kameralı adamlar sizi görüntülüyor. Evinizin üstünde devamlı bir helikopter nöbet bekliyor. Herkes sizi görmek istiyor ama sadece en kötü halinizle. Ayağınız takılıp yere düştüğünüzde, birisine sinirlenip bağırdığınızda, ağladığınız da. Ve bu halinize bu adamlar sayesinde milyonlarca insan tanık oluyor. "Özel" hayatınız topluma maal oluyor. Siz bir an için bile nefes alamıyorsunuz.

Britney Spears'ın yaşadıkları bunlarla sınırlı değil elbette ama böyle özetlemek mümkün. Kendini bildi bileli bu piyasanın içinde olan şarkıcı her daim magazin basınının ilgi odağı olmuştu. Justin Timberlake ile olan ilişkisi, Madonna ile öpüşmesi, kışkırtıcı sahne performansları ve klipleriyle her daim göz önündeydi. Ama sonra bir gün işler boka sarmaya başladı. Bir boşanma sonrası saçını kazıdığında magazin basını ve pop kültür için Britney Spears isminin önemi ve anlamı değişmişti. Şüphesiz büyük sağlık sorunları olan Spears bu sorunlara sebep olan basından kaçmaya çalıştıkça onlar kovalıyor, sonuç her geçen gün büyüyen bir kaos'a neden oluyordu. O tedavi görmek yerine, tüm yakınlarını hayatından çıkararak onu sadece kullanmak isteyen kişilerle yeni bir entourage kurdu. Çocuklarının velayetini, katıldığı partiler yüzünden umursamayarak kaybetti. Kişilik bozukluğu, postpartum sendromları, her şey Spears'da mevcuttu. Ama yardım hiç gelmedi. Spears sadece kişisel hayatını değil, yeni nesil pop kültürü için çok büyük önem taşıyan kariyerini de mahvetti. Belli ki kafası iyi katıldığı VMA'lerde insanların gerçekten sevdiği Gimme More'u katletti ve bu olay saç kazıma hadisesinden bile daha çok gündemi işgal etti. Spears artık geri dönülemez bir şekilde mahvolmuştu. Şimdilerde ise bu olayların üstünden yıllar ve 2 yeni albüm geçti. Spears hala geri dönebilmiş değil!

26 Mart 2011 Cumartesi

30. İstanbul Film Festivali


Öncelikle söylemem gerekiyor ki bu senenin tanıtım afişi hayatımda gördüğüm en kötü grafik işlerden biri. Sırf gözlerimin bu işkenceye maruz kalmaması için bedavaya başka bir dizayn yapabilirdim! Keşke bu tarz şeyleri internette oylamaya sunsalar, neyse.

15 Mart 2011 Salı

The Baseballs: Rock 'N' Roll ama...


Geçenlerde D&R'da geziniyorum, bir şarkı çalıyor. Baya nefret ettiğim bir şarkı...Ama bir güzel tınlıyor yarab. Cover da kimin neyin cover'ı bu. Sonra öğrendim ki Joy FM'in çıkardığı Relax and Joy Vol. 4 albümünden bir şarkıymış. Şarkı -akıllara zarar grup- Maroon 5'ın This Love'ı. Coverlayanlar The Baseballs diye bir grup. Ama Elvis Presley deseniz yerim. O derece 50liler kokuyor...Az önce daha fazla araştırmak geldi aklıma bu adamları, bulduklarım enfes şeyler, paylaşıyorum...

12 Mart 2011 Cumartesi

Britney Spears: Femme Fatale


Albüm çıkmadan önce Britney'in tüm diskografisini inceleyecektim ama albüm erken sızdı ve elimizde bu kadar şahane bir albüm varken eskilere bakmak istemedim açıkçası. Hemen söyleyeyim kimilerinin beğenmediği, küçümsediği o Britney Spears günümüz popunun en iyi albümünü yapmış. Femme Fatale harbiden bu yeni akım pop'un başyapıtı. Üstelik bunu 12 şarkılık standart versiyon için söylüyorum, deluxe edition'dan henüz duymadığımız 5 şarkı daha var!

Tüm albümün bir (burada iki aslında) prodüktöre emanet edilmesi pek iyi değildir aslında, çünkü bu tarz albümler belli bir sound'a ait olur ve asla onu aşamazlar. Bu albümün de yapımcı prodüktörleri Dr. Luke ve Max Martin. Dr. Luke son dönem Kesha, Katy Perry gibi isimlerin hitlerine imza atmışken, Max Martin de aynı isimlerle ve çok daha öncesinde Britney'le çalışmış bir isim. (...Baby One More Time'dan tutun If You Seek Amy ve 3'ye kadar). Her yaptıklarını bir şekilde piyasaya yediren bu insanlarla çalışmak aslında "güvenli" bir seçenekti Spears için. Ama şükür ki Dr. Luke ve Max Martin albümü tamamen istila etmedikleri gibi, "güvenli" kelimesinin yerini "yenilikçi" ve "devrimci"ye bırakmışlar. Evet Femme Fatale pop piyasası için bir devrim niteliğinde!

7 Mart 2011 Pazartesi

Bi Filme O Kadar Para Verilir Mi?



Ya ben bu anlayışı sevmiyorum. Bu "bir filme o kadar para verilir mi" olayına çok sinirim ben. Kendi adıma ben öyle ahım şahım, sabahları pastırmasını akşamları havyarını yiyen biri değilim. Gayet standart bir hayat tarzım, gelirim var benim. Ama mesela insanlar gidip sırf moda olduğu için -imkanları olmadığı halde- bir ayakkabıya, bir giysiye yüzlerce lira bayılabiliyor veya 3-4 maaşını birden sırf "cool" olduğu için bir telefona yatırıyorken, "bir filme 50-60 tl verilir mi"cilere sinirim. Veririm abi. Benim de zevkim bu. Ben ayakkabıyla, giysiyle, telefonla, dışarı çıkıp parayı başka şeylere harcamakla mutlu olmuyorum. Her insan imkanları dahilinde -hatta çoğu zaman dışında- hobileri ve hoşlandıkları şeyler için para harcar. Ben sinema'yı meslek olarak seçmiş biri olarak harcarım abi, 60 tl de harcarım 100 tl de harcarım. Ha bu harcamamın sonunda belki aç kalırım 1 hafta belki de kalmam dert o değil. İnsanlar o paraları başka "değmeyecek" şeylere harcarken benim "filmlere" harcamam benim bileceğim iştir ya. Nedir bu milletteki "bi filme o kdr para verilir mi?" "korsanı var napıcan orjinalini" sevdası. O ayakkabının da telefonun da çakması var, onları kullanıyor musun sen? Bir filme o kadar para verilip verilmeyeceği insanın geliriyle alakalı olduğu kadar hayattaki öncelikleri, zevkleri, hobileriyle alakalı bence. Ben çok biliyorum cebimdeki son parayı karnım aç olduğu veya sigaram olmadığını bildiğim halde DVD'ye, Blu-ray'e yatırdığımı. O yüzden ben sizin için "bi telefona o kadar para verilir mi lan" demiyorken siz de benim aldığım filmlere, dvdlere, blu-raylere laf demeyin.

28 Şubat 2011 Pazartesi

83. Akademi Ödülleri Arkasından


Önce törenden bahsedelim. Bence gayet hoş ama sonlara doğru temposu düşen bir törendi. Anne Hathaway müthişti ama aynı şeyi "awkward" kelimesinin ete kemiğe bürünmüş hali olan James Franco için söyleyemeyeceğim. Çok abartılan biri bu adam. Suratında saçma bir alaycı gülüş var hep ve bu beni deli ediyor. 127 Hours'da sever gibi olmuştum ama dün akşam itibariyle gerçek Franco'yu tekrar hatırladık. Geçen senenin Baldwin / Martin fiyaskosundan sonra Hathaway ve Franco, töreni gençleştirdi kabul. Ama sanki bir ara (bilhassa girişte ve filmleri autotune'la müzikale çevirdikleri video da) bariz bir MTV Film Ödülleri dağıtılıyor havası yaşandı. Evet hepsi komikti, eğlenceliydi ama Akademi'nin o ağır başlılığına uymuyor hatta bu ağır başlılığı bu tarz yollardan kırmaya çalışmasıyla acınası duruyordu. Bunun dışında sonlara doğru cidden bir tempo sorunu var bu törenin. In Memoriam, Şarkı Adayları, Onur Ödülleri derken baya bir kopuyorsunuz törenden. Onları törenin ortasında izlemek çok daha verimli olur bence. Ve son olarak final. Ben hep en iyi filmi verip apar topar töreni bitirmelerine uyuz olurdum. Bu sene ilk defa bunu yapmadılar. Evet koro biraz klişeydi ama Anne Hathaway'in her nesil sinemayı tekrar keşfediyor lafının üstüne oldukça duygusal gitti. Hele bir de arkadan tüm kazananlar çıkınca...Harbiden bu tarz kapanışlar konusunda eksikleri vardı Oscarların. Bu sefer oldu. Seneye daha da iyi olur. Şimdi kazananlar ve kaybedenlere ve benim ödüller öncesi yaptığım tahminlere bakalım. 

En İyi Film - The King's Speech
Tahminim: The Social Network / The King's Speech (çok eşit şansları var)
Evet alacağı çok barizdi. En İyi Kurgu ve Müzik, The Social Network'e gidince "acaba?" dedik ama yönetmeni Tom Hooper'a verdikleri an bu iş bitmişti aslında. Hak ediyor muydu? Sonuna kadar. The Social Network'u + 0.01 kadar daha çok seviyor olsam da The King's Speech gayet yerinde bir karardı. Ama ne yalan söyleyeyim biraz da "güvenli" bir karardı.  Spielberg "kazanamayan 9 film Citizen Kane, The Grapes Of Wrath... gibi filmlerin yanına katılacak" dedi, haklıydı. The Social Network'ün The King's Speech'den çok daha fazla klasik olma potansiyeli var.

En İyi Yönetmen - Tom Hooper
Tahminim:  Tom Hooper - The King's Speech
Pardon da bu adam dururken David Fincher biraz zor alırdı o ödülü. Çünkü bu sefer "güvenli" olan Fincher'ın kendisiydi. Tom Hooper son yılların en özenli işine imza atmıştı. The Social Network'ü çok sevsem de burada ödülü Fincher'a verseler kıyameti koparırdım. Kesinlikle hak eden aldı.

24 Şubat 2011 Perşembe

Britney Spears - Blackout: Deli Kızın Albümü


Eklektik müzik zevkim var demiştim. Britney Spears'ın 7. albümü Femme Fatale gelmeden önce şarkıcının diskografisini tersten incelemeye devam ediyoruz. Sırada Spears'ın en değeri bilinmeyen ama aslında kariyerinin başyapıtı olan Blackout var. Kişisel sorunlarından henüz kurtulamadığı zamanlardan kalma Blackout, zamanının çok ötesinde bir albüm. İddia ediyorum ki bu albüm düzgün bir promosyon kampanyası ile çıksa ve Spears da aklı yerinde davransaydı şarkıcının en büyük başarısı olabilirdi.

Gevende: Bana Hayallerimi Geri Getiren Grup

 
- Previously On -

Gevende'nin ilk albümleri "Ev" bende çok büyük beğeni yaratmıştı zamanında. Ama yeni albümleri "Sen Balık Değilsin ki" bambaşka bir etki bıraktı. Ben hayatım boyunca İstanbul'da yaşama hayalleri kurmuş, hayattaki tercihlerini buna göre yapmış, o günün gelip çatmasını bekler durmuştum. İstanbul benim için ulaşılması zor gözüken, en kişisel hayallerimi, senaryolarımı süsleyen bir efsaneydi adeta. 4,5 yıl önce Beykent Üniversitesini kazandığımda anlamıştım ki o hayalleri yaşamaya doğru yola çıkıyordum. Evet normal hayatımda da böyle dramatiğimdir. Ama olanlar bitenler o hayallere uymadı filan, ben İstanbul'u bir türlü yaşayamadım...

- Günümüz -

Tek başıma yaptığım yolcukları seviyorum, hele de dinleyecek iyi bir müzik varsa. Bugün çok alakasız bir şekilde tek başıma okula gittim. Dersim yoktu, okulda görüşeceğim biri yoktu, bir formaliteyi halletmem gerekiyordu. Giderken daha çok okuldaki işi düşündüğümden müziğin pek havasına giremedim. Ama dönüşte tek başıma otobüste ve ayaktaydım ve yapabileceğim tek şey kendimi müziğe kaptırmaktı. Gevende de bu noktada devreye girdi. O ana kadar onlarca defa dinlediğim Akvaryum çalıyordu. Bir ara geçmişten bir şeyler hatırlamaya başladım, hatta kendi kendime suratımı ekşitip, silkindim. Kimse gördü mü bunu bilmiyorum. Ama o an...Aslında fark ettim ki son 4,5 yıldır her gün en büyük hayalimi yaşamaktayım. Kolaylıklarıyla, zorluklarıyla, arkadaşlarıyla, düşmanlarıyla, tek ve çift kişilikleriyle son 4,5 yıldır her gün İstanbul'da yaşıyorum. Ve o ana kadar bunun farkında değildim! Kendimi şimdi önemsiz gelen şeylere o kadar kaptırmıştım ki, bir durup nerede nasıl yaşadığımı fark edememiştim. Okulumda başarılıydım, tek başıma yaşıyordum, tüm kontrol bendeydi, seslerini duyduğumda bile yüzüme koca bir gülümseme konduran ama daha da önemlisi içime asla "kaybetme korkusu" aşılamayan dostlarım vardı. Ve İstanbul'daydım. Eskiden gözümü kapatıp İstanbul'u düşündüğüm o tüm şarkılar gitmişti artık. Ve Gevende'nin Akvaryum'u bunu hatırlatırcasına kulaklarımdan içime işliyordu. Depresif tınılarına rağmen umutlu bir şarkı bu. Her şeyin güzel olacağına, her şeyin zaten güzel olduğuna inandıran bir şarkı.

Üstelik eve geldiğimde hiç adedim olmadığı halde tutup Gevende'ye tüm bu hislerimi anlatan bir mail attım ve müthiş de samimi bir geri dönüş aldım...

Bu yüzden eğer siz de hayatınızdaki olan bitenlerden aslında nerede, nasıl şartlarda yaşadığınızı göremeyip, boşluğa düşüyorsanız Gevende'nin Akvaryum'unu bir dinleyin. Şarkıyla beraber, enstrumanlarla beraber nerede olduğunuzun bir farkına varın. Ha yok ben her şeyin farkındayım diyorsanız da Gevende'yi dinleyin. Bunun gibi müzikler var oldukça hiç bir şeyin kötü olamayacağını göreceksiniz. Üstelik salt Akvaryum'dan da bahsetmiyorum. Sen Balık Değilsin Ki albümü en karamsar tınladığı anlarda bile insanın içine öyle pozitif şeyler üflüyor ki, anlatılmaz dinlenir...

Dinle:

21 Şubat 2011 Pazartesi

Britney Spears - Circus: Hesaplı Comeback



Blog'u biraz Spears'a boğalım. Britney Spears şu dünyada hiç bir zaman sevmekten vazgeçmeyeceğim, bu yüzden biraz utandığım ama resmen onunla büyüdüğüm için de sevgimi bir türlü inkar edemediğim tek pop şarkıcısı sanırım. Ve bu son 10 yılın en büyük pop ikonu 7. albümü Femme Fatale'ı piyasaya sunarken diskografisini şöyle bir inceleyelim...Kronolojik olarak tersten mi gitsek?

18 Şubat 2011 Cuma

Britney Spears: Hold It Against Me Video


Spears'ın yeni bombası "Hold It Against Me" sonunda klibine kavuştu. Madonna, Metallica, Lady Gaga, Rammstein gibi isimlerle çalışmış olan Jonas Akerlund'un yönettiği video belki Spears'dan beklenilen dans hareketlerini iyi yansıtamıyor ama alt metinleriyle de klasik bir Spears videosu olmaktan kurtuluyor. Evet ilk defa bir Spears klibi üstüne okuma yapılabilecek düzeyde...

17 Şubat 2011 Perşembe

Broken Bells: O şarkı!


Bazı şarkılar olur daha ilk notasında seversiniz. Broken Bells'in ilk single'ı The High Road benim için böyle bir şarkıydı. 3 dakika 52 saniyelik bu müzikal şöleni uzun bir süre döndürmüş ama grubun kendi isimlerini taşıyan albümlerini bir türlü sağlam kafayla dinleme fırsatı bulamamıştım. Taa ki bu akşama kadar.

Indie aleminin en kendine has, en sakin, duru gruplarından olan The Shins'in solisti ve gitaristi James Mercer ve Brian Burton (a.k.a Danger Mouse)'dan oluşan bu grup, geçtiğimiz yılın saklı hazinelerinden biriymiş. Uzun zamandır (Hurts'den beri sanırım) içime bu kadar işleyen bir albüm olmamıştı, dinledikçe dinleyesim geliyor. Hangi şarkıyı favorim yapsam diye şaşırıyorum, hangisini daha önce çalsam, hangisinde sigara içsem... :) Ama yine de sanırım The High Road dışında en ön plana çıkan şarkı Mongrel Heart oldu benim için. Orta yerinde çok alakasız bir şekilde spaghetti Western'e selam çakmaya başlayan ve tam o anda tüylerimi diken diken eden bir şarkı bu. O borazanlar, trampetler nasıl işliyor şarkının ve dinleyicinin içine. Fazla anlatamayacağım, dinleyin aşağıdaki şarkıyı, ve 2:13te sesi açın, gözlerinizi kapayın. 

10 Şubat 2011 Perşembe

Episodes: Matt LeBlanc as Himself


Cougar Town'ı, Mr. Sunshine'ı yazdık, Episodes'u da yazalım eksik kalmasın. Matt LeBlanc bayadır ekranlardan uzaktı. Friends'ten sonra Joey spinoff'uyla ekranlarda şansını denedi ama pek başarılı olamadı. Çünkü zorlama bir projeydi ve izleyicilerin gözleri hep diğer "arkadaş"ları aradı. Matt LeBlanc tek başına çok yavandı. Olmadı. Ve şimdi LeBlanc kendini oynadığı bir komedi dizisiyle geri döndü.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Mr. Sunshine: Chandler Is Back!


Geçtiğimiz post'da eski "arkadaş" Courteney Cox'un dizisi Cougar Town'ın, bir diğer "arkadaş" Matthew Perry'nin yeni dizisi Mr. Sunshine'a yer açmak için 2 ay ara verdiğini yazmıştım. Mr. Sunshine bu gece Amerika'daki ilk sınavını verecek ama Kanadalı CTV diziyi 2 gün önce yayınlamış bile. Dizi, Perry için bir comeback niteliğinde. Her ne kadar Perry, Friends sonrası Aaron Sorkin imzalı Studio 60'de boy göstermiş olsa da dizi düşük reytinglerin kurbanı olmuş ve ilk sezonunun sonunda iptal edilmişti. Şimdi Perry bir kez daha ekranlarımızda.

3 Şubat 2011 Perşembe

Cougar Town: Yetişmek için 2 ayınız var!


Friends gelmiş geçmiş en iyi sitcom'dur benim gözümde. Hatta bir sitcom'dan çok daha ötedir. Hayatımın çok büyük bir kısmını kaplar, bir diziden çok ötedir. Onunla büyümüş, en kötü anlarımı onlarla unutmuş, arkadaşlarımı dizideki karakterler üstünden bile değerlendirecek kadar etkilemiştir beni. Dizi bittikten sonra kadronun yaptığı işleri takip etmeye çalıştım. Kudrow'un insana acı veren komedisi The Comeback, Matt LeBlanc'ın "puu rezil"lik Joey'si ve şimdilerde beni çok güldüren Episodes'u, Jen Aniston'ın akıllara zarar filmleri, Schwimmer'ın konuk oyunculukları, Perry'nin Studio 60si ve yeni başlayacak olan Mr. Sunshine'ı, hepsi belki tam zamanlı olmasalar da diziden sonra radarıma girip çıkmışlardır. Bir tek Courteney Cox'un Dirt'ine bulaşmamıştım, ki o da ikinci sezon sonunda iptal edildi. Dizide pek sevdiğim ama hiç bir zaman favorim olarak gösteremediğim Monica'yı canlandıran Cox'un "Cougar Town" dizisine başlamadan önce de "ya Friends'ten sonra napabilir ki bu kadın?" diye şüphelerim vardı. Ve merak ettiğim tek şey Cox'un "cougar" rolünün nasıl olabileceği idi. Dizi beklediğimden daha komik çıkmıştı ama Cougar'lık dediğimiz "genç erkek avcısı orta yaşlı kadın" durumu diziye pek oturmuyordu. Yapımcılar da böyle düşünüyor olmalı ki 1.sezonun sonuna gelindiğinde dizinin ismini değiştirmeyi bile düşündüler.

2 Şubat 2011 Çarşamba

The Social Network: Boşuna Kötülemeyin!


Geç kalmış bir yazı aslında bu. The Social Network'ü sinemalarda ilk izlediğim zaman yazmamıştım ama filmin her zaman arkasında durdum. Geçtiğimiz hafta The King's Speech'i izlememle beraber filmin Oscar yarışındaki durumundan ama daha da önemlisi kendi beğenimden şüphe ettim. Tüm bunlara bir açıklık getirmek üzere filmin başına bu akşam bir kez daha oturdum. Ve şunu söylemeliyim ki, boşuna kötülemeyin The Social Network müthiş bir film!

Aaron Sorkin'in 8 sayfa süren ve çekmesi 99 tekrar gerektiren ünlü ayrılma diyalogu ile başlayan film, kimilerini daha bu ilk sahnede kaybediyor. Belki de o kaybolanlar filmi bu yüzden beğenmiyorlar. Hayır bu hızlı diyalogu takip edemeyenlere aptal demiyorum ama günümüzde yaşanan ilişkilerin ve gençliğin durumunu ortaya koyması ve Zuckerberg'in karakterini tanıtması yüzünden "hızlı olması GEREKEN" bu sahneye "çok hızlı konuşuolar ya, hiç bişi anlamadım" demek, filmin ve senaristin amacını sorgulamak da harbiden aptallığa yakın bişi! Proje ilk peydah olduğu zaman herkes "Facebook filmi mi?" demiş ama projenin başına David Fincher geldiği zaman "olabilir tabi canım en azından Monopoly filmi kadar saçma bir fikir değil" diye direksiyon kırmıştı. Benim direksiyon kırışım Fincher'dan öte daha önce tv dünyasına yaptığı zeki katkılarla aklımda yer edinmiş Aaron Sorkin ismiydi. Sorkin'i bilenler bilir, kendisi televizyona bir kaç boy büyük gelir. Bu yüzden zekasını yansıtabileceği bir sinema filmi olması muhteşem bir şanstı. -Charlie Wilson's War'ı saymayalım- TSN'yi ilk izleyişinizde daha çok olay örgüsü ve diyalogu takip etme amacıyla izleyeceğiniz bir gerçek. Zaten klasik bir seyirci her ilk izleyiş de böyle yapmaz mı? İyi bir film, sonraki tekrar izlemelerinde ortaya çıkacak tadla belli olabilir bile diyebiliriz hatta.TSN'de bu kurala uyan, muazzam genişlikte bir film. İlk izleyişte yakalayamayacağınız bir ton detay, ipucu ve göndermeyle dolu. Ve her şeyi bilerek tekrar başına oturduğunuzda sizi bu sefer olay örgüsü ile değil karakter işlenişi, çözümlemesi gibi sinemasal detaylarla sarmalayan bir film. Tamam bu her iyi filmde olması gereken bir özellik, peki TSN'nin muhteşem olma sebebi ne?

The Social Network'ün muhteşem olmasının sebebi aslında Facebook'la yüzeysel bir bağı olması. Film aslında tamamen yeni milenyum gençlerinin psikolojik ve sosyal bir haritası. Mark Zuckerberg'in cebinde bizi milyar kere satın alabilecek para olabilir ama detaylı baktığınızda bizden ne farkı var? Film işlediği karakterlerin title'larıyla değil yaşadıkları ve içlerinde olduğu ruh halleriyle ilgilenen, onların düşündüklerini, hissettiklerini yansıtan bir boy aynası. Facebook'u kururken kim kimden çalmış değil derdi veya şu iyidir bu kötüdür diye parmak göstermek. Facebook maskesi altında çok iyi bir çözümleme yattığı için bu kadar iyi Sorkin'in senaryosu. Ve bu senaryonun önüne geçmeyecek şekilde tutarlı ama bir o kadar da değerli bir yönetmenlik ve oyuncu performansı barındırdığı için! Açgözlülük, obsesiflik, toyluk, asosyallik...David Fincher sizce telif hakları yüzünden mi "Facebook" ismini kullanmamış filmin isminde? Yoksa The Social Network (Sosyal Ağ)'de filmin anlamına yarışır bir şekilde derinlik ve çoğul anlam olduğu için mi? Filmi eleştirirken tüm bunları düşünmek, onların farkına varmak ve bunun bir Facebook kuruluş hikayesi ve Zuckerberg'in biyografisi olmadığını kabul etmiş bir şekilde eleştirmek gerekiyor. Çünkü aksi halde sadece muhteşem bir sinema örneğini kaçırmış olmuyor, üstüne bir de filmi anlamadığınız için hoş olmayan durumlara düşüyorlar.

96/100

31 Ocak 2011 Pazartesi

Love and Other Drugs: Sevişiyoruz ama niye?


Jake Gyllenhaal şüphesiz son dönemin en iyi genç yüzlerinden biri. Gerçi son zamanlarda Prince Of Persia diye ultra dandik bir blockbuster ile o da kötü yola düştü ama arada akıllı projeler seçebiliyor. Anne Hathaway ise Hugolina'ya benzeyen tipini saymazsanız yaptığı seçimlerle iyice rayına oturtmaya başladı kariyerini. Hazır Jake kaslanmışken, Anne da kendini ispatlamaya çalışırken bu ikisini son yılların en cesur romantik komedilerinden birinde başrole koymanın sakıncası yok elbette. Love and Other Drugs, alışagelmiş bir romantik komedi değil, içerdiği "cesur" sahnelerle ve yaptığı "cesur" seçimlerle türdaşlarından sıyrılıyor. Ama orjinal olmaya çalışmak her zaman iyi bir sonuç doğurmuyor.

1996 yılında geçen filmimiz ilaç satışcısı Jamie ile parkinson hastası Annie'nin tensel bir ilişkiden romantizime doğru kaymalarını anlatıyor. Anlatıyor da, bu hikaye filmde kağıt üstünde durduğu kadar ilginç durmuyor maalesef. Gereksiz iticilikteki yan karakterler, sıkıcı bir senaryo ve karakterlerin sığlığı filmin içine girmenizi engellediği gibi, karakterlerin finale doğru yaşadığı değişimler size pek bir mantıklı gelmiyor. Ortaya elindeki malzemeleri hiç hak etmeyen bir film olarak çıkıyor. İlaç sektöründe devrim niteliğinde sayılan Viagra'nın filme neredeyse hiç bir katkısı olmuyor veya Anne Hathaway'in hastalığının...Ama gelin görün ki bu iki malzeme filmin neredeyse ana damarını oluşturuyorlar.  Filmin elindekilerle gidebileceği onlarca yol varken, o tutup en klişe yolu seçiyor, üstüne bir de "otobüsü durdurup, kıza aşkını ilan etme" sahnesi ekleyip ağzınızda bayat bir tat bırakıyor.Hani "şu yönetmen çekse bambaşka bir film olurdu bu" gibisinden yazılar vardır ya, bu film üstüne o tarz bir kitap yazılır ve ortaya çıkacak her film bundan iyi olur.

Love and Other Drugs, bolca çıplaklıktan başka birşey beklememeniz gereken bir film. Anne Hathaway'in göğüslerini, Jake Gyllenhaal'ın poposunu merak ediyorsanız nette bu sahneleri izleme olanağınız varken filmin tamamını bitirmeye bile gerek yok.

55/100

30 Ocak 2011 Pazar

Red Riding Trilogy: Bu Kuzey'in Çivisi Çıkmış


Red Riding üçlemesi aslında İngiliz kanalı Channel 4'ün çekmiş olduğu 3 adet 90 dakikalık filmden oluşuyor. Ama yurtdışında festivallerde ve sınırlı sayıda gösterime girmişliği de var. Benim ilgimi çeken ilk faktör, yeni Spidey, Social Network'ün en parlayan ismi Andrew Garfield'in kadroda olmasıydı. Bu adamın bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar filmle dolu olan tüm kariyerini izlemekle hükümlü gibi hissediyorum kendimi ki ileride "Yeni Spider-Man" diye iyice ünlendiğinde "ameaaan ben onu daha tıfıl bir İngiliz aktörken tanırım" diye çok bilmişlik yapacağım.

Red Riding, 9 yıla yayılan ve farklı karakterler aracılığı ile anlatılan bir "İngilizlerin ciğeri çürümüş" hikayesi. Her film farklı yıllarda geçiyor. 1974, 1980, 1983. Hepsi aynı çevrede (Kuzey Bölgesi) benzer suçlarla ilgileniyor. Her filmde farklı bir karakter (gazeteci, polis, avukat) İngiltre'nin çürümüş iç işlerine, derin devlet (bu kavram bize özgü değil, değil mi? :)) kavramına ve yozlaşan topluma ışık tutuyor. Bu yüzden aslında cesur bir proje. Çünkü filmde anlatılan bazı olaylar İngiltre'nin gerçek tarihindeki olaylarla paralellik taşıyor. Ve sisteme getirilen eleştiri yine adamların kendileri tarafından getiriliyor. Bunun bizim ülkemizde olmasını düşünemiyorum bile. Biz ancak Kurtlar Vadisi gibi bir proje ile izin verildiği kadarı ile ve lafı geveleyerek bir şeyler yapmaya çalışırken Red Riding, İngiliz halkını kendi güvenlerini sorgulayacak kadar derine götürüyor izleyicisini.

Yine de serinin final filmi olan 1983, oldukça yavan ve tatmin edicilikten uzak bir final yapıyor. Bu da en büyük eksisi. İyi çekilmiş ve oynanmış cesur bir serinin finalinde seyirciye her ne kadar ufak bir umut aşılansa da cezalandırılanın sadece bir birey olup, sisteme dair hiç bir kapanış sunmaması insanın canını sıkan önemli bir detay. Belki bu İngiltre'de bazı şeylerin hala değişmemesinden kaynaklanıyor olabilir ama Red Riding'in bir belgesel olmaması bu bahaneyi de ortadan kaldırıyor.

İngiliz dramalarının ve tv filmlerinin kalitesi bellidir. Az ama öz bölüm çeken dizileri, böyle starlar geçidi filmleri filan ünlüdür. Red Riding de bu furyanın iyi bir örneği. Kesinlikle iyi bir seri ama "unutulmaz" olmanın kıyısından yaptığı o başıboş finalle dönüyor.

Red Riding Trilogy
1974 - 78/100
1980 - 75/100
1983 - 60/100

The King's Speech: Long Live The King


Tom Hooper'ın yönettiği The King's Speech, İngiliz kralı 6. George'un hayatının dönüm noktasına odaklanan bir drama. İkinci Dünya Savaşı arifesinde hiç hazır olmadığı bir krallık ünvanının üstüne kalmasıyla beraber hayatı boyunca ona köstek olmuş konuşma zorluğuyla da başa çıkmak zorunda kalan George'un tek isteği halkına yakışır bir şekilde seslenebilmek.

Konusu itibariyle tam akademinin seveceği tarzdan bir film TKS. Baş karakterinin fiziksel  bir zorluğu yenmeye çalıştığı bir biyografi. Üstelik İngiliz yapımı. Peki TKS'yi iyi bir İngiliz filminden Yılın En İyilerinden birine dönüştüren şeyler nedir?

Colin Firth'ün ödülü şimdiden kesin, konuşmasını ona göre hazırlasa iyi olur. Çünkü aktörün 6. George'u tam da olması gerektiği gibi. Yeri geldiğinde mesafeli, yeri geldiğinde sıcak kanlı. Cümleleri kurarken her takıldığı yer insanın yüreğini sıkıştıracak kadar gerçekçi. Ve en önemlisi bir kral'dan daha çok "common man" diyebileceğimiz Bertie'yi öne çıkarıyor. Karakter istediği kadar red etse de Firth aslında daha çok Bertie'yi oynadığı için bu kadar iyi. Çünkü Bertie çok zengin bir karakter. Sadece diyaloglarla verilmesine rağmen geçmişi, karakteri o kadar güçlü ve etkileyici ki. Bu kadar sağlam bir malzeme Firth'in elinde bir oyunculuk dersine dönüşüyor.

Hiç sevmediğim ve  kesinlikle bu yüzyıla ait olmadığını düşündüğüm Helena Bonham Carter ise filmin bir diğer yıldızı. Harbiden hiç sevmem bu hatunu çünkü son yıllarda abartılı ne rol varsa oynamış, bağıran performanslar sergilemiştir. TKS, Carter'ın özüne döndüğü ve sessiz sakin oynadığında nasılda keyifle izlenildiğini hatırlatan bir film. Carter'ın makyaj ve diğer öğelerle dönüştüğü değil yaşadığı bir rol.

Ve tabiki de efsanevi Geoffrey Rush. Adamın rolünü değerlendirmek adına söylenebilecek herşeyi aslında Cambelboy söylemişti, üstüne bir şey eklemeden olduğu gibi altına imzamı atıyorum. "Logue karakterine inanılmaz bir sıcaklık var kavrayan... ve sadece bir sidekick değil. Çok iyi yazılmış bir figür." Rush'un Yardımcı Oyuncu olarak aday gösterilmesi sadece ekrandaki süresinden kaynaklıyor. Yoksa Firth ve Bonham'ın kadar Rush'ın da filmi bu.

TKS'nin güçlü oyunculukları ve ders niteliğinde bir senaryosu var ama onu benzer biyografilerden farklılaştıran tamamen yönetmenliği. Konu bilhassa kraliyet ailesi mensupları olunca iyi performanslar, güçlü dramatik kurgular ve diyaloglar görmeye alıştık ama bu kadar yenilikçi bir yönetmenlik görmek! İstanbul Film Festivalin'de gösterildiği zaman nefret ettiğim Xavier Dolan'ın "Annemi Öldürdüm" diye bir filmi vardı. Filmin tek sevdiğim yönü bu 20 yaşındaki çocuğun kamerasını nereye nasıl koyacağını ve genel sinematografik kuralları nasıl eğip bükeceğini bilmesiydi. TKS, sanki bu 20 yaşındaki çocuk tarafından yönetilmiş gibi. Bir İngiliz filmi için olağandışı kadraj ve lens tercihleri var. Hooper filminin geçtiği klasik mimariye aldanmadan müthiş modern kadrajlar çıkarıyor her karede. Ve işte bu yüzden Şubat'ın sonunda ödülü Fincher'ın elinden kapması çok muhtemel. The King's Speech Hooper'ın elinde sadece senaryosu ve oyunculuklarıyla değil, özenli kadrajları ve kamerasıyla da mükemmel bir modern sinema örneği olup çıkıyor.

96/100

83. Akademi Ödülleri - Adaylar & Tahminler



Geç bile kaldım aslında ama adayların büyük bir kısmını görme imkanını ancak bu sömestır'da yakalayabildim. Lafı uzatmadan bu senenin adaylarına, benim tercihlerime bir göz atalım.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Britney Spears: Hold It Against Me



Aslında şarkı bu kadar taze ve ben bu kadar heyecanlıyken yazmak doğru değil ama bir an önce paylaşmak lazım! Spears'ın Mart'da çıkacak 7. albümünün ilk single'ı Hold It Against Me 10 Ocak gecesi ITunes'da satışa çıkacaktı. Biz Amerika'yı beklerken geçen yıl da yılbaşına ilk giren ülke olup Taraf Gazetesini sinirlendiren Yeni Zelanda'dan geldi bomba ve şarkı YZ Itunes Store'dan tüm dünyaya birden yayıldı.

4 Ocak 2011 Salı

Barbra: American Rose with an American Beauty Nose!


1,5-2 yıl kadar önce...A Love Story filan var ya, müziği 1 Liracılarda satılan müzik kutularında bile kullanılan hani, onu izleyeceğim baktım senkron sorunu var verdim yolu. Canım da nasıl böyle eski, romantik birşeyler izlemek istiyor. The Way We Were diye birşey buldum. Baktım Sydney Pollack  yönetmiş. Dedim dur şuna bir bakalım. İşte Barbra Streisand denilen hatunla (yazının devamında kısaca tanrıça diyeceğiz...) böyle tanıştım. Böyle bir güzellik olur mu ya?! Sanırsın 1970lerde filan yaşayan bir teenage'im, wet dreamlerimi süsleyecek hatun! Benim için bir Miranda Kerr bir Evan Rachel Wood oldu çıktı. Koskoca 60 yaşındaki kadına vuruldum. Tabi o zamanlar 30unda filan sanıyorum ki. Bir de benim var böyle garipliklerim mesela Sissy Spacek ve Maggie Smith'e bildiğin abayı yakmış bir insanımdır ben, anneanne filan demem basarım nikahı, öyle sapık bir tarafım da var yani, o yüzden şaşırtıcı değil bunların hiç biri.