30 Nisan 2011 Cumartesi

Game Of Thrones: Kış geliyor

Son yıllarda kablolu tv iyiden iyiye atağa geçmiş durumda. HBO'nun elindeki efsaneler (Six Feet Under, The Sopranos, Sex and The City, The Wire, Big Love ve de son sezonuna girecek olan Entourage) birer birer bitmeye başladığında diğer kablolu kanallar aniden yeni HBO olmak için atağa geçtiler. Showtime güçlü kadın oyuncularla iyi bir "karakomedi" kuşağı oluşturmuş durumda. AMC ödül manyağı Mad Men ve Breaking Bad ile girdiği oyuna The Killing, The Walking Dead gibi işlerle devam ediyor. Starz ise haspelkader bir Spartacus hiti yaratmayı başardı. HBO'nun elinde ise beklendiği kadar ses getirmeyen bir Treme ve tek başına yeterli olmayan bir True Blood kaldı. Ama işler değişmek üzere, HBO küllerinden doğarak tahtı geri almaya başladı. Önce Martin Scorsese imzalı Boardwalk Empire ile zamanında red ettiği Mad Men'e karşı savaş açtı. Şimdi ise daha epik bir iş ile yeniden doğumunu iyiden iyiye müjdelemiş durumda. Game Of Thrones!

Seksin, şiddetin ve küfürün sınırı olmadığı kablolu kanal dizilerinde bazen bir işin tutması için sadece edepsiz (Spartacus'ün pazarlama stratejisi tamamen bunun üzerine kurulu, televizyonların en cesur dizisi olarak lanse ediliyor ve bu cesurluk mevzusu salt cinsellik için geçerli.) bazen de sadece şiddet pornosuna dönüşmesi gerekiyor (The Walking Dead bu konuda bir ara oldukça abartmıştı). Eskiden kablolu diziler belli bir entellektüel kitleye hitap ederken artık iyiden iyiye "normal tvde göremeyeceğiniz her şey" (sarkan bağırsaklar, cinsel uzuvlar, bolca küfür) sloganına odaklanmış durumdalar. Tamam HBO'nun Sex and The City'sinde de cinsellik tavan yapmış durumdaydı ama bu en azından gerekli bir cinsellikti (dizinin adı üstünde sonuçta!) ve estetik bir yönü vardı. Ya da True Blood'da da oldukça çiğ bir şiddet var. Ama bunların hepsi diziye hizmet eden unsurlar, diziyi oluşturan değil! Kısacası oyun, nasıl oynamaları gerektiğini bilmeyen bir grup yeni yetme tarafından bozulmak üzereydi. Derken oyunu kurtaran yine HBO olacak gibi duruyor.

Game Of Thrones, George R. R. Martin'in 7 kitap olması planlanan "A Song of Ice and Fire" serisinden uyarlanmış bir dizi. Konusunu özetlemeye çalışmak dizinin çok yönlü ve katmanlı hikayesine haksızlık olur ama "demir bir taht için ne güneşler batıyor yarab" havasında alternatif bir coğrafyada yapılan entrika ve taht kavgalarının hikayenin önemli bir parçasını oluşturduğunu söylesek başlamadan almanız gereken minimum bilgiyi karşılar gibi duruyor. Başrollerini her yerden tanıyabileceğiniz ama en sonunda "The Lord Of The Rings serisinin Boromir'i" olarak anacağınız Sean Bean, Mark Addy, Nikolaj Coster-Waldau, Michelle Fairley, Lena Headey gibi isimlerin paylaştığı dizi, 3 farklı coğrafyada oldukça geniş bir kadroyla oldukça fazla öykü içeriyor. Her karakterin bakış açısını aynı başarıyla yansıtmasıyla beğeni toplayan romanların, diziye aktarımında hiç bir değişiklik yapılmaması ve kitaba birebir sadık kalınması en çok takdir edilen yönlerinden biri. Gerçekten de dizide o kadar çok karakter ve bu karakterler arasında o kadar fazla bağ var ki, ilk bölümün hem hikayeye girip hem de bu karakterlerin hepsini aynı ağırlıkla tanıtmaya çalışması ve bunu hiç bocalamadan başarması büyük bir olay. Game Of Thrones, ilk bölümünde hem size -şimdilik- gereken bilgileri iyi veriyor hem de dramatik çatısını kurup, ilk bölüm finalinde olan biten her şeyi önemseyip, ikinci bölüm için sabırsızlanmanızı sağlıyor. Ve bunu bir kablolu dizisi olduğu için başarıyor. Ama çıplaklık veya şiddet kullanımıyla değil. Bir bölüm 55 dakika sürebildiği, bütçenin tavan yapabildiği, senaryo normal bir televizyon seyircisi yerine seçkin bir azınlığın entelektüel birikimine göre yazılmış olduğu için. Eğer bu bir "network" dizisi olsaydı ilk iki bölümde izlediğimiz olayları bırakın ilk 10 bölümde izlemeyi, böyle bir diziyi prodükte edip yayına sokacak bir network olmadığı için olan biteni sadece R.R. Martin'in kitaplarından öğrenebilirdik. 

İyi olanının bir sinema ürünü kalitesine yaklaştığı kablolu kanal yapımları içinde Game Of Thrones daha önce Rome ve Spartacus ile denenmiş dönem dizileri arasında en sükse yapacak iş gibi duruyor. Belki sektörel ödüllerden sırf türü yüzünden pek yüz bulamayacak ama seyirci diziye gerçek ödülü reytinglerde, kanal ise ilk bölümün ertesi gününde ikinci sezonu sipariş ederek verdi bile. Ve işin ilginci kitabı okuyanlar ilk 2 bölümü sevenlere bu olanların devede kulak kaldığını, işlerin giderek kızaşacağını ve her şeyin daha da lezzetli bir hale geleceğini söylüyorlar. Hissediyorum. Game Of Thrones'a tapmamıza az kaldı.

THOR: İngiliz Beyfendisinden Süper Kahraman Filmi

Sam Raimi sağolsun Spider Man 2'den beri çizgi roman uyarlamalarının havası değişti, bir ciddiyet geldi. Gerçi hala Jon Favreau ve Michael Bay gibi adamlar sinemanın bu türünü baltalamaya devam ediyorlar (Iron Man iyi bir filmdi, ama Iron Man 2 bariz kötü bir film olduğu gibi, yapması gereken en kolay şeyi, seyirciyi eğlendirmeyi bile başaramıyordu. Daredevil'a ise hiç girmeyelim, teenage dönemlerimim favorisi olmasına rağmen neresinden tutarsanız tutun elde kalan bir film. Transformers'ları ciddiye alıp yorum bile yapmayacağım) ama en azından artık çizgi roman uyarlamalarına "gişesi garanti çıtır çerez blockbuster"lar gözüyle bakılmıyor. Ciddi bir uğraş, kaliteli senaryo ve hikayelerle çıkıyorlar karşımıza. Yeni gösterime giren THOR'da bunun örneklerinden biri.

Filme 0 bilgi, beklenti ile gittim. Tek düşüncem Natalie Portman'ın bu filmde oynamaktan büyük ihtimalle pişman olduğu ve başroldeki Chris Hemsworth'un ciddi anlamda kalas olduğuydu. Ama film beni şaşırttı. THOR öncelikle iyi yönetilmiş bir film. 3D'yi gözünüze bir şey sokmak için değil daha çok alan derinliği katmak için kullanıyor. Hal böyle olunca filmin samimiyeti artıyor. 3D'nin sırf maddi gelir için yapılmadığını anlıyorsunuz çünkü. 3D sayesinde Asgard'ın müthiş atmosferine derinden dalıyor, yönetmenin kadraj ve kamera hareketlerine, efekt ekibinin yaptığı şahane tasarımlara hayranlıkla bakıyorsunuz. Asgard ile Dünya arasında yapılan tüm yolculuklar baş döndürücü bir güzellikte yansıtılmış ekrana. Film bir efekt çorbası değil ve ilginçtir bu tür filmlerin aksine burada neye baktığınızı çok da iyi anlıyorsunuz. Hızlı bir kurgusu olmasına rağmen yönetmenlik o kadar ustaca ki, hiç bir kare boşa gitmiyor. Yönetmen Kenneth Branagh gayet estetik ama bir o kadar hızlı ve şatafatlı hareketlerle bilhassa Asgard'da imkanlarını sonuna kadar kullanıyor.

THOR'un bir diğer güçlü olduğu nokta oyunculukları. Dışarıdan cidden kalasa benzeyen Chris Hemsworth hakkında tek rahatsız edici şey Türk seyirciler için "Kıvanç Tatlıtuğ"a acayip derece de benzemesi.  Bunun dışında Hemsworth şaşırtıcı derecede iyi oynuyor. Karakterin her türlü halini çok iyi ve içten yansıtabildiği gibi, alemin en güçlü adamından, "sempatik ve komik" adama kolaylıkla dönüşebiliyor. THOR için daha mükemmel bir seçim olamazmış. Her sahnesinde, her haliyle inandırıcı. Natalie Portman ise klasik "main girl"lerin aksine bir ağırlığı, duruşu olan Jane karakteriyle gayet iyi. Black Swan'la aldığı Oscar sonrası böyle bir süper kahraman filminde oynaması kimilerine göre garip gözükebilecek olsa da, Portman'ın kariyerine baktığımızda rol o kadar da sırıtmıyor. Üstelik filmin Oscar öncesi çekilmiş olduğu da önemli bir detay. Ama Portman'ın rolü neden kabul ettiği aşikar. Hulk veya Iron Man gibi filmlerin aksine Jane karakteri burada gerçekten sevilebilecek bir karakter. Hikaye içinde de önemli bir yere sahip ve en basidinden "süper kahraman" olmadan da yaşamına devam eden biri.

Filmin çuvalladığı yerler de var elbette, kötü karakterin çok bariz nedenlerle kötü olması ve biraz klişe kokması, ayrıca çok zayıf çizilmiş ve adeta birer karikatür olan yan karakterler gibi. Ama bu hem biraz filmin süresinden hem de filmin dayandığı çizgi romandan kaynaklandığı için pek de şikayet etmemek gerek. Çünkü THOR vaad ettiği eğlence ve efekt bombardımanı sonuna kadar sunarken bir yandan da iyi bir film olmayı becerebildiği için her halükarda sınıfı geçiyor.

80/100

26 Nisan 2011 Salı

Twin Peaks, David Lynch, Angelo Badalamenti ve kendi kendime yarattığım o mutluluk anları....


DavidLynch.com bir süredir Lynch alemine ait daha önce hiç bir yerde yayınlanmamış müzikleri satar oldu. Bunlardan en heyecanlandıranı Angelo Badalamenti denilen dünya dışı varlığın bestelediği Twin Peaks melodileri tabiki de. Daha önce yazmıştım tekrarlamalıyım çünkü şu anda öyle bir ruh hali içindeyim. Twin Peaks benim bu dünyada en zevk alarak izlediğim, yaşadığım, düşündüğüm, hayal ettiğim şeylerden biridir. Diziyi hiç bitirmedim, son 5 bölümü asla izlemedim ve uzun bir süre de izlemeyi düşünmüyorum. Çünkü 90ların başında sona ermiş bu hikayeyi ben hayatımdan çıkarmaya, sonlandırmaya hiç hazır değilim. Yıllar geçmesine rağmen ve ben diziye bu kadar bağlanmışken elimde hala hiç izlemediğim, görmediğim Twin Peaks materyalleri olması bana sapıkça bir haz veriyor çünkü. Çok farklı bir his bu. Diziyi sevmem için bitmesi gerekmiyor, 90 dakikalık pilotunun her karesi ona aşık olmama yetiyor çünkü.

Badalamenti bu hafta diziden en sevdiğim müzik olan Love Theme From Twin Peaks'in 2 farklı versiyonunu yayınlamış. Daha böyle bir şeyin varlığını öğrendiğim andan itibaren değişti modum. Bu melodiler müzik tarihinin gelmiş geçmiş en karanlık ama bir yandan da müthiş naif, kırılgan olan melodilerinden biri çünkü. Beni asla tarif edemeyeceğim, tarif etmeye çalışmayacağım duygulara boğuyor. Bir "love theme"in bu kadar karanlık, üzgün, gecenin karanlığında Twin Peaks ormanlarında dolaşan kayıp masum ruhların çığlıklarını yansıtmasının hiç alışagelmiş bir şey olmamasından mı yoksa basitçe "iyi bir müzik" olmasından dolayı mı bilmiyorum. Ama bu müzik, beni o kadar sarıyor ki her dinlediğimde. Tamamen modumu değiştirip, ruhumu ele geçiriyor. Aklıma, beynime, kalbime, duygularıma işliyor. Beni tamamen koparıyor bu alemlerden. Ve genellikle üzüyor, depresyona sokuyor. Ama bu öyle bir ruh hali ki, o depresyon, karamsarlık bile içimde başka hiç bir şeyde yakalayamadığım bir mutluluğa dönüşüyor. Bu yüzden bu gibi anları yaşadığım ve onların bilincinde olduğum için daha da anlam kazanıyor her seferinde. Şu anda da öyle bir ruh halindeyim. Daha ilk notadan tekilamı koyup, sigaramı yakıp 4 dakika boyunca bambaşka alemlere daldım. Twin Peaks ve Badalamenti'nin müziklerinin bana yaptığı şeylere bayılıyor, hayran kalıyorum. Derdim, düşüncem ne olursa olsun sanki her şey o müziğin süresi boyunca duruyor ve ben hayattan, kendimden, her şeyden bir mola alıyorum.

Badalamenti her vuruşunda bana başka kimsenin farkına varamadığından emin olduğum şeyleri yaşatıyor, hissettiriyor. Ve ben her seferinde bu farkındalık yüzünden kendimle gurur duyuyorum. Kendi kendime yarattığım bu mutluluk, hüzün anları her seferinde kendimi sevmemi sağlıyor. Badalamenti ve Lynch bir gün -burada değilse başka bir yerde- sizi bulup, bana yaşattığınız her şey için size teşekkür edeceğim. Ciddiyim, beni her seferinde bir adım ileri taşıyorsunuz.